29 Aralık 2011 Perşembe

Ubik Project- sergi künye-



UBİK PROJECT Sergisi @HAYAKA ARTI 4-28 Ocak 2012..
UBİK Project (Periferi Kollektif 2); sergi, lansman, blog, sokak, hayat!
Ubik, yazar/düşünür P.K.Dick'in yaşam, ölüm, gerçek, gerçeklik, entropi, varoluş, algı, duyuötesi,metafizik kavramları üzerine yazdığı felsefi bir bilimkurgu başyapıtıdır. Ubik projesi; Ubik'in dünyası,kavramları, tartışmalarını derinlemesine ele alan ve onu imge formlarına dökmeye soyunan bir projedir.

Kavramlar, metinler, disiplinler arası çakışmalar,bağlantılar, sınır ihlalleri üzerine yoğunlaşarak, UbikProject kollektif bir düşün/yaratı atmosferini tahrik etmeye soyunmuştur.Ubik Project; kendine ait felsefi/metafizik/politik bir dünya görüşü yaratmış, eserleri bir çok dile çevrilip,
sinemaya uyarlanmış P.K.Dick imgesinin bir tepe noktası, çatısını temsil ettiğinden; proje doğal olarak Ubik üzerinden PKD'nin büyük düş dünyasına da sızmayı da amaçlamaktadır.
ubikproject.blogspot.com

UBİK PROJECT
4-28 Ocak 2012
Açılış: 4 Ocak Çarşamba 18.30 – 20.30
Konsept: Philip K. Dick
Koordinatörler: Alper T. İnce & Rafet Arslan

Sanatçılar: alt komşu, Anti-Pop, Rafet Arslan, Andrea Buran, cins, Eda Gecikmez, Dilara Hançer, AlperT. İnce, OnstOn, Gamze Özer, Ali Mete Sancaktaroğlu/Defter Kazıyıcılar Kooperatifi, Hannah M.GShapiro, Merve Şendil, Nezaket Tekin & Çağdaş Ülken

Proje & Sergi Mekanı: HAYAKA ARTI Çukurcuma Caddesi No:19A Tophane 34425 Istanbul
Çarşamba – Cumartesi / 12:00 – 18:00 Web: www.hayakaarti.com
Tel: +90 (212) 219-4246 Fax: +90 (212) 219-0512 E-posta: info@hayakaarti.com

Ve Ubik Project tema müzigi: Can Batukan http://soundcloud.com/alpha60-1/ubik-ya-da-hasar-tespiti
*
UBiK PROJECT Exhibition @ HAYAKA ARTI January 4 -28, 2012..
Ubik Project (Periphery Collective 2); exhibition, launch, blog, street, life...
Ubik is a philosophical science-fiction masterpiece about life, reality, entropy, existence, perception,sensory-border, metaphysics that is written by P.K. Dick, author- philosopher. Ubik Project intents to put
the World of Ubik, notions and arguments into image forms and discuss them in depth. Ubik Project triesto seduce a collective imagination/creation world by concentrating on notions, texts, inter-disciplineconflicts, connections, border violations.
For it’s the highest edge of P.K.Dick, creator of a philosophical/metaphysical/poitical conception of the world, whose works were translated into many languages and adapted to cinema; naturally Ubic Project intents to leak into the imaginary world of P.K.D.
ubikproject.blogspot.com

UBIK PROJECT
4 - 28 January 2012
Opening: Januart 4th Wednesday 18:30 – 20:30
Concept : P.K. Dick
Coordinators: Alper T. İnce & Rafet Arslan

Artists: alt komşu, Anti-Pop, Rafet Arslan, Andrea Buran, cins, Eda Gecikmez, Dilara Hançer, Alper T.İnce, OnstOn, Gamze Özer, Ali Mete Sancaktaroğlu/Defter Kazıyıcılar Kooperatifi, Hannah M.G. Shapiro,Merve Şendil, Nezaket Tekin & Çağdaş Ülken

Project & Exhibition Venue: HAYAKA ARTI Çukurcuma Caddesi No:19A Tophane 34425 Istanbul
Wed - Sat / 12:00 – 18:00 Web: www.hayakaarti.com
Tel: +90 (212) 219-4246 Fax: +90 (212) 219-0512 E-posta: info@hayakaarti.com

And the music for Ubik Project by Can Batukan: http://soundcloud.com/alpha60-1/ubik-ya-da-hasar-tespiti

Ubik Project -açılıştan hemen önceki durum-

Açılışa 10 günden az kala, Ubik Project sergisinin kurulumu için tüm ekip harıl harıl çalışıyoruz. Bu noktaya gelene dek –Eylül ayından beri- 10’un üzerinde toplantı, Kadıköy ve Taksim olmak üzere 2 performans gecesi, 6 dakika 15 saniyelik bir proje tema müziği kaydı, 1 fanzin, farklı afişler, sticker’lar, flayer’lar ve sokak performansları yaptık.

Dün sergi alanına, onun dağılımına baktığımda, keyif ve huzur duydum. Çünkü gerçekten güzel bir sergi hazırladık ve onu güzel kuruyoruz.
Yıkım 2011 de virane bir binayı bir alternatif sergi alanına dönüştürmüştük, Ubik project’te ise bir galeriyi her sanatçının kişisel düş dünyasını, Ubik evrenini yansıtan “ada”lara dönüştürmüşüz. Kuşkusuz Periferi sergileri; özgül süreçlerinin başlangınından açılışına kollektif ruh, enerji, emeğin somutlaşması, işlerin mekan ve birbiri ile ilişkisi, sokaktan netteki adalara uzanan geniş otonomik varlığı, kavramlarının çağıl imge ile daraltmaması ve buna bağlı sanatçı katılımında da yerelle sınırlı kalmayıp- uluslararası bir duruş sergilemesi, yeni bir tarz yerleştirme mantığı ile uzun vadede akılda kalacaktır.

Bu yoğun sürecin sonuna, izleyicinin takdirinin karşına çıkmaya hazırlanırken, yorgun ama mutluyuz. Çünkü gerçekten güzel bir sergi hazırladık. Sonuçta bir romanın sergiye dönüştürülmesi anlamında bu proje , ülkemiz de bir ilk olmanın misyonunu taşıdı ve gelecekteki benzer konsept sergilerin önünü açtı. Tüm dostları bu enerjimizi, hevesimizi paylaşmaya 4 ocak 2012’de beklerim.
Rafet Arslan

15 Aralık 2011 Perşembe

Ubik Project: Performans Gecesi/Peyote

21 Aralık-Çarşamba
Peyote/giriş kat
giriş ücretsiz....

22:30 - DDR konseri23:30 - Robotik Hayaller "Ubik Project -özel- performans"
(altkomşu, can batukan, bay perşembe)
İçine cin kaçmış bir org, usta bir müzisyen ve hayaletlere karışmış bir adam.
24:00 - C-loudAlican 2005’ten beri genellikle codemasterz(duo) ve c-loud(2010’dan bu yana kendi projesi) monikerleri altında (2009’dan itibaren Pixie başta olmak üzere) pek çok klüpte (genelde codemasterz olarak ama arada farklı isimlerle; özellikle drum&bass ve diğer bass stillerinde ama arada pek çok farklı tür ve stilde de) faaliyet gösteren, Istanbul kökenli bir dj/producer.
http://www.soundcloud.com/c-loud-av

21 Kasım 2011 Pazartesi

P.K. Dick: Bir Bilimkurgu Yazarının Teolog Olarak Portresi/Rafet Arslan



P.K. Dick: Bir Bilimkurgu Yazarının Teolog Olarak Portresi
Timothy Archer; yaşamının son yıllarında tamamen çıldırmış olduğu düşünülen Kuzey Amerikalı Bilimkurgu yazarı ve muhalif Philip K. Dick’in aslında tam olarak delirmediğinin delili kabul edilebilir. Çünkü Timothy Acher(6:45 Yayıncılık, 2010); baştan sona döngüsel, zekice kurgulanmış, dinleyicisini(okurunu) ahenkle sarmalayan bir melodi gibidir. Okurunu ikircikli düşünler arasında bırakan, paranoyak özeniyle yazılmış bir kitap.

Paranoyak özeniyle diyorum, ancak paranoyak tıpkı usta bir mimar gibi yapının tüm avantajlarını-dezavantajlarını hesaplayarak, önlemlerini hep baştan alarak kurgusunu kusursuz yapabilir. Tüm verilen ayrıntıların önemli olduğu, ipuçlarının satır aralarında gizlendiği, kendi kanıtlarını hep içinde taşıyan ve sürekli kurduğu hikâyeye gönderme yapan bir yapı.

Ölmeden önce son tamamladığı romanında bu mimariyi kuran Dick’in tamamen delirmediğini iddia edebiliriz ya da bu kusursuz yapının yazarının zır deliliğinin kesin bir delili olduğunu. Hölderlin, Blake, Nerval, Artaud ile başlatılabilecek uzun bir liste bizlere yanılsamanın kendisinin yanıltmadığı gerçeğine kuşkusuz götürecektir.

Doğaüstüne Karşı Modernite
Kitabın adı ilk başta Rahip Archer (Bishop Archer) olarak düşünülmüş. Rahip ya da peder kelimeleri belirgin bir biçimde psikanalitik baba figürünü temsil eder. Kitabın anlatıcısının T. Archer’ı kayınpederi olarak isimlendirmesi ve sürekli bu şekilde anması; kendi öz babasından hiç bahsetmeyip, ona sembolik bir baba rolü vermesi bu tezi güçlendiriyor(kitabın alt metnindeki teslis inancına karşı saldırı ‘baba’ kelimesine ironik farklı bir okuma da içermektedir).

Chesterton’ın Father Brown karakteri doğaüstü şarlatanlıkları, mistik kılıklı hokkabazlıkları ifşa eden bir rahip/dedektiftir. Aydınlanma aklını silah olarak kuşanmış, zeki bir muhafazakar figür. Ama Rahip Brown aynı zamanda Aydınlanmanın kendi sınırlarını çizdiğinin semptomudur. Akılın egemenliği üstüne kurulan sistem, dini yok etmek yerine onu da diğer her şey gibi araçsallaştırır. Foucault’un sürekli altını çizdiği bazı tarihleri(mesela 1792) ve modernizmle birlikte akıl hastalığına yönelik yeni yaklaşımları hatırlayalım.

İnanç yerine aklın egemenliğini getiren modernite her Pazar ayininde rahip aracılığıyla Tanrı ile konuşmayı rasyonelleştirirken, direkt Tanrı ile konuştuğunu iddia eden yurttaşlarını tımarhaneye atmıştır. Ya da Fransız Devriminin meşhur Terör döneminde en büyük savaşın ateizme karşı açıldığını(!) unutmamak gerekir.

Peder Brown bu dönemin rasyonalist rahibidir ve aklı yolu ile batılı alt eder. Tabii burada bir kabul vardır, fazlasıyla Kantçı bir kabul. Brown doğal olarak Tanrı ve onun mukaddes inancı Hıristiyanlığı a priori bir kategori olarak kabul eder ve akılcılaştırır. Tam da burada; Lacan’ın sürekli bir deli ile kral arasında fark olarak ortaya koyduğu örneği, bir deli ve peygamber olarak kullanabiliriz. Bir deli peygamber olduğunu söyler, bir peygamber de. Buradaki tek fark noktası deli yapayalnızken, peygambere inanan ve ona bu kutsal mevkii veren bir inananlarının var oluşudur.

Philip K. Dick ise inancın kendisini akıldışının ve imkânsızın noktasına geri çeker. Bu bakış dini inanç ile delilik denen şeyi çok kolay eşleştirmemize izin verir. Bu tutum Peder Brown ve onun aydınlanma aklıyla işbirliğini kısa devre yaptıran bir tutumdur. Dick’in getirdiği mecra resmi Hıristiyanlığın 4 temel kitabının geçersizleşmesidir. İsa’yı oğulluktan(yani Mesihlikten) alır, teslis inanına karşı çıkar, kutsal ruhu da gizli bir mantara indirger. Tanrı’nın eti ve kanı olarak…

İsa’nın söylediği her şey ondan 200 yüz yıl önce söylenmiştir ve İsa da kutsal mantarın torbacısıdır. Dick’in bu savını basit bir küffarlık göstergesi olarak ele alıp, görmemek bir çeşit baştan savmacılıktır. Dick bu radikal çıkışında, ilk Hıristiyanlığın pagan inançlarla karıştığı Gnostizmden, Zerdüşte, Budizme ve oradan da Sufiliğe dek ilerler. Temel dayanak noktası aklın inançla( bence aynı zamanda delikle de) takas edilmesidir. Dick’in ortaya koyduğu şeyin aslı, post-modern dönemin ilk kutsal kitabını yazmış olduğudur.

VALİS Fenomeni
Timothy Archer; Dick’in 2-3-74 dediği deneyimiyle bütünleşen ve kıssaca Valis(Vast Active Living İntelligence System) olarak adlandırdığı evrenin özü kutsal varlığa ilişkin bir ön sunum olarakta okunabilir. 20. yüzyıl sonunun mesihinin derdini bir ‘bilimkurgu’ etiketli romanla duyurmasında bir çelişki yok.Tam da zamanın ruhuyla uyumlu, post-modern bir ironi.

Timothy Archer’ı dilimize kazandıran 6:45 Yayıncılık doğru bir karar ile bu romanı yine çeviri süreci bitmiş Valis’ten önce yayınladı. Yayınevinin 10 yıl önce bastığı Albemuth Özgür Radyo romanı, Dick’in erken bir tarihte yazdığı(1976), Valis düşüncesinin ortaya sürecin bir özeti yarı-kurgusal önemli bir yapıttır.

Sağlığında Albemuth’u yayınlamayan Dick, Valis’i bir üçleme olarak yazmaya koyulur. 1978’de yazılıp 1981 kitaplaşan Valis, 1980’de yazılıp 1981 kitaplaşan The Divine İnvasion ve üçlemenin son kitabı olması tasarlanan The Owl İn The Daylight...

Sonuncuyu tamamlamaya Dick’in ömrü yetmez. Bu son romana ait notlar o kadar dağınıktır ki, yayıncısının bir başka yazar tarafından tamamlanma girişimi sonuçsuz kalmıştır. Bu romanın notlarında öne çıkan 3 göndermenin Dante(İlahi Komedya), Goethe(Faust), Bethoween olması ilginç bir ayrıntıdır. Çünkü bu üç gönderme T.Archer romanının da temel önemdeki metaforlardır. Gerçi T.A.’nın anlatıcısı Angel şahsında metaforlar üzerine bir kitap olduğunu da unutmayarak..

Dick’in Teolojisi
Dick’in metafiziğine dair en net kanıtlar kuşkusuz 8000 sayfayı bulan ve ölümünden sonra yayınlanan günlükleridir. Karmaşık, her tür kontrolün dışında yazılmış bu notlar Tefsir(Exegesis) olarak anılırlar ve içine nüfus etmesi zor metinlerdir.

Dick’in teolojine dair kanıtlara bazı ilk dönem yapıtlarında rastlansa da, Valis’e açılan kapıda bazı köşe taşları öne çıkar. Evrenin akışında bizim aklımız-algımız ötesinde bir ‘büyük öteki’ oluşu fikrinin sanırım en belirgin örneği Ubik romanıdır. Kant’ın’das ding’ kavramı ile beraber okunabilecek Ubik’in düşüncesi ve hakikat sorunsalı T.Archer’da yine karşımıza çıkar. Diğer bir önemli kilometre taşı ise 1973’te yazılan ve Dİck’e göre kahinsel gelecekten geri dönüşlerle beslenen Flow My Tears romanıdır. Dick bu romanda yazdığı birkaç önemli bölümü sonradan bire bir gerçek hayatında yaşadığını belirtmiştir. Ardından bir rastlantı sonucu, yazdığı ve yaşadığı bu olayın İncil’deki bir bölümle bire bir aynı olduğunu fark eder. Yani kitabı düşünüp-yazmış, ardından yaşamış ve sonra bu olayı tekrar İncil’de okumuştur. Dick için Gerçek kelimenin tam da Lacancı anlamıyla gelecekten geri dönmüştür( bu konuda Lacan’ın Poe’nun Kayıp Mektubu üzerien çözümlemelerine ve ondan yola çıkan Zizek’in Back to Future filmine dair yazdıklarına bakmak faydalı olacaktır. Ki Zizek’in okuması Kantçı ‘das ding’ kavramı üzerinden büyük öteki çözümlemelerine uzanır).

Dick’in teolojisi Doğu ve Batının farklı düşünce okullarından derin izler taşısa da, kesin olarak hiçbir önermeyi savunmaz. Zihni daha çok bu farklı düşün ve inanç adaları arasında seyahat halindedir. Albemuth’ta köklerine dönen demokratik yeni bir Hristiyanlık arayışının karmaşası biraz daha öne çıkarken, 5-6 yıl sonra T.Acher’da Hristiyanlık ile bir hesaplaşmaya girilmiş; Zerdüşt ve Sufi düşünceler git gide öne çıkmaya başlamıştır. Sonuçta Dick’in derdi tek başına din değildir, insanın ve gerçekliğin ne olduğu ve buradan varlığın özgürlük sorunsalı onun temel konusudur.

Dick; Valis ve öncülü Albemuth’ birer bilimkurgu romanı olarak tasarlanmıştır; oysa Timothy Archer ne kadar zorlarsak zorlayalım Bilimkurgu kapsamına giremez. En yapıştırma BK yaklaşımı bir alternatif tarih kurgusu olarak okunabileceğidir, ama bu da sadece yapıtın gücünü-iddiasını zayıflatmaktan öteye geçmez. Çünkü T.Archer’da rastlandığı şekliyle alternatif tarih-ki roman denilen şey hep böyle bir kurgu ola gelmiştir- realisttik yazında da hep kullanılmıştır. Gizemle anılan anokhi mantarıyla ilgili de Bilimkurgusal bir unsur çıkartmak imkansızdır. Zaten BK ustası Dick istese kitabına tıpkı Valis, Albemuth, Ubik gibi bir kurgu sokardı. Bu bile tek başına Dick’in bir kurgu-roman değil, teolojik metin yazdığının delilidir.

Bir Meleğin Çilesi
Angel; Gerçek ve gerçeklik arasındaki açılan bariyerde aklına tutunmaya çalışır. Çünkü şahit olduğu gerçeklikten açılan kapı en kısa yoldan deliliğe koşmaktadır. Simgesel evrenin tamamen çökmesine izin vermemek için Angel anlatılanlara-tanıklıklara inanmaz. İnanmak yerine mantığına sığınmaya ve sıradan yaşamına devam etmeyi tercih eder; kendini buna zorlar, deliliğe direnir, inanmayarak.. Kendini bir makineye çevirdiğini bilerek ve bunu göze alarak.

Dick düzyazılarında sıkça, tinsellikten uzak insanın rasyonel yaşam içinde bir makineye dönüşeceğinin altını çizmişti. Makinenin dışına insanın özüne doğru iç yolculuk ise deliliğe ve ona bağlı ölüme açılan karanlık bir yoldu. Ödenen bedel kitabın çeşitli kısımlarında gönderme yapılan Promateus’un çilesine denktir. Gerçeği bilme arayışı, özgürlük arayışı ve ben arayışı… sonuçta hep acının engin bilgisine açılan üç kapı.

Angel; büyük sancılara yakalanmıştır, çünkü gerçeklik ile tüm bağlantı noktaları çatlamıştır. Sadece delirmek korkusu da değildir bu; ölülerinden gelen iletişim çabası, IRA’ya yardım eden yaşlı medyumun kara kehanetleri, etrafını çepe çevre saran ölüm. Kuşkusuz delilik gibi ölümde bulaşıcıdır; küçük mikro evrenleri tuzağına hedef seçer ve oraya yuva kurar-yayılır. Dick’te bu satırları benzer bir çembere sıkışma hali ile yazmış olmalı; çünkü onu da bir adım ötesinde bekleyen çıplak ölümdür. Yalnızlık örülü bir ölüm, çünkü Karanlığı Taramak romanının sonunda verdiği uzun listede görüldüğü gibi en sevdiği dostları çoktan ebedi yolculuğa çıkmıştır. Roland Barthes’de dediği gibi yaşam hep küçük yalnızlık darbelerinden oluşmuştur.

Bir Dönemin AnatomisiTimothy Archer kitabı John Lennon’un vurulma haberi ile başlar. Vietnam savaşının mirası, Watergate ve polis devletinin gölgesi, Martin Luther King’in hatırası, Hendrix’in tiz gitarı ve Joplin’in derin sesi…

Bir kuşak mücadele etmiş ve yenilmiştir. Geriye kalan aydınlık ve hazin hatıralardan oluşmuş koca bir anı-imge galerisidir. Sol özgürleşememiş-özgürleştirememiştir, sulu gözlü hippiler başaramamıştır, Beat ise bazı pazarlamacıların elinde bir sektöre dönmüştür. Ronald Reagen gibi bir figür başkanlık koltuğunda ve ABD 3 kıtada sıcak savaştadır.

Dick sivil itaatsizlik yanlısı, iflah olmaz bir muhaliftir; ama pratik mücadelelerle dünyayı değiştirmekten çok artık ruhunu arındırmaya yönelmiştir. Uçta olsa bir kapanan bir dönemin portresidir Dick ve yeni doğmakta olan bir zamanın yıldızı. Yeni kuşak cyberpunk’lar Dick’i tartışmasız bir referans olarak aldılar. İçlerinde yeni bir tinsellik arayışında gözlerini Doğuya çevirmiş Hakim Bey, Robert Anton Wilson gibi isimler de vardır.

T.Acher’ı son 30 yılda yükselen yeniçağ inançları ile birlikte ele alan yaklaşımlar olacaktır. Ama bu yaklaşım bir çilekeş aziz olarak P.K.Dick imgesini kapsamaktan çok uzak olacaktır.

Son Söz Yerine
Sonsuzluk içinde hiçbir şey tam olarak yok olmaz, gidenlerden bir parça hep yanı başımızdadır. Onlar varlığımızı güçlendiren birer mahçup tebessüm, en umutsuz anda çakan küçük birer parıltı gibidirler. Rasyonel akıl batılı yendiğini iddia edeli çok uzun zaman oluyor. Ama hala öte dünya ile haberleştiğini söyleyen insanlar var, hala sahiplerini istemeyen evler, bizi çok seven ya da nefret eden hayvanlar var. Koca ayağın izleri kim bilir hangi buzul kütlesinin ötesinde ve aynalar kendi kendine kırılabiliyor hala…

Rafet Arslan
(Haziran-Agustos 2010)/Kadıköy-KSK

ps: Bu makale Karagöz dergisinin 13. sayısında yayınlanmıştır.

13 Kasım 2011 Pazar

Ubik ya da Hasar Tespiti" kayıdı dinlemek için

http://arayuzgaleri.com/php/index.php?mid=1&sender=0&dl=1&eid=1853&cat=8&baslik=ubik_ya_da_hasar_tespiti

1 Kasım 2011 Salı

Ubik Project ( 2011/2012)- Periferi



UBİK Project sergi, lansman, blog, sokak, hayat!
Ubik, yazar/düşünür P.K.Dick'in yaşam, ölüm, gerçek, gerçeklik, entropi, varoluş, algı, duyuötesi, metafizik kavramları üzerine yazdığı felsefi bir Bilimkurgu başyapıtıdır. Ubik projesi; Ubik'in dünyası, kavramları, tartışmalarını derinlemesine ele alan ve onu imge formlarına dökmeye soyunan bir projedir. Kavramlar, metinler, disiplinler arası çakışmalar,bağlantılar, sınır ihlalleri üzerine yoğunlaşarak, Ubik Project kollektif bir düşün/yaratı atmosferini tahrik etmeye soyunmuştur.

Ubik; kendine ait felsefi/metafizik/politik bir dünya görüşü yaratmış, eserleri bir çok dile çevrilip, sinemaya uyarlanmış P.K.Dick imgesinin bir tepe noktası, çatısını temsil ettiğinden; proje doğal olarak Ubik üzerinden PKD'nin büyük düş dünyasına da sızmayı da amaçlamaktadır.


Konsept: Philip K. Dick
Koordinatörler: Alper T. İnce&Rafet Arslan
Sergi Sanatçıları
Ali Mete Sancaktaroğlu/Defter Kazıyıcılar Kooperatifi
Alper T. İnce
AltKomşu
Andrea Buran
Anti-pop
cins
Dilara Hançer
Eda Gecikmez
Gamze Özer
Hannah M.G. Shapiro
Merve Şendil
Nezaket Tekin& Çağdaş Ülken
OnstOn/Can Yeşiloğlu
Rafet Arslan

Sergi- UBİK
4-28 Ocak 2012
Mekan: Hayaka+
Proje & Sergi Mekanı:
Çukurcuma Caddesi No:19A Tophane 34425 Istanbul

*
Ubik Project; exhibition, launch, blog, street, life...
Ubik is a philosophical science- fiction masterpiece about life, reality, entropy, existence, perception, sensory-border, metaphysics that is written by P.K. Dick, author- philosopher. Ubik Project intents to put the World of Ubik, notions and arguments into image forms and discuss them in depth. Ubik Project tries to seduce a collective imagination/creation world by concentrating on notions, texts, inter-discipline conflicts, connections, border violations.
For it’s the highest edge of P.K.Dick, creator of a philosophical/metaphysical/poitical conception of the world, whose works were translated into many languages and adapted to cinema; naturally intents to leak into the imaginary world of P.K.D.

Consept : P.K. Dick
Coordinators: Alper T.İnce&Rafet Arslan
Exhibition-UBİK
4-28 January 2012
Gallery: Hayaka+

Project-Exhibition Grounds : Hayaka+
Çukurcuma Caddesi No:19A Tophane 34425 Istanbul

16 Ekim 2011 Pazar

Ubik ya da Hasar Tespiti: Ubik Project- tema şarkısı "özel"kaydı....

DDR grubunun sıkı ismi Can Batukan ile Rafet Arslan'ın yaptığı "özel" Ubik Project kaydı "Ubik ya da Hasar Tespiti", ilk kez 18 Ekim de Karga daki, Ubik ısınma partisinde çalınacak.

Şarkının öyküsü ise şöyle, Rafet Arslan'ın Ubik'ten yola çıkarak oluşturduğu 3 dize ve melodi üzerine Can Batukan'ın yaptığı beste üzerinden şekillendi. Arslan'ın nakarat sözlerine P.K.Dick'in 8000 sayfalık delirme notları Exegegesis ve Ubik'ten alıntıların montaj-kolajı ile şarkı sözü son haline geldi. 6 dakika 18 saniyelik bir delilik.

"Ubik ya da Hasar Tespiti" kaydıjnın, audio ve video genel paylaşımı önümüzdeki günlerde gerçekleşecek.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Ubik "ön ısınma" Partisi/Başka Evrende Aktif (UBİK ÖZEL)

Ubik Project sahaya iniyor!!!
18 Ekim-salı- Karga'nın dj kabininde Merve Şendil ve Ubik çalışma grubunun süpriz performansları yer alacak..

‎1996'dan beri köklü-oturmuş Karga atmosferine Ubik sprey sıkmak, mekanı Ubikleştirmek. Kimileri buna bir enstalasyon da diyebilir... gerisinde gece ve dans edilebilecek kolektivite..

Karga Bar
Kadife sokak, no:16, Kadıköy İstanbul

Başlangıç:21:30

Ubik-ubik-Ubik..

"ben ubik'im. evrenden önce ben vardım. güneşleri ben yarattım. yaşamları ve yaşanacak yerleri ben yarattım; onları buraya getirdim ve onları oraya koydum. benim istediğim gibi davranırlar, ben ne dersem onu yaparlar. benim sözüm ve adım asla söylenmedi, kimse bilmez benim adımı. bana ubik diyorlar, ama adım bu değil. ben varım. her zaman var olacağım."
Ubik-P.K.Dick

"I am Ubik. Before the universe was, I am. I made the suns. I made the worlds. I created the lives and the places they inhabit; I move them here, I put them there. They go as I say, they do as I tell them. I am the wordand my name is never spoken, the name which no one knows. I am called Ubik but that is not my name. I am. I shall always be."

10 Ekim 2011 Pazartesi

Bir Düş Haritacısı Olarak Philip K. Dick ve Sürrealizm(ön giriş)/Philip K.Dick as a Cartographer of Dreams and Surrealism



Epilog:
Bu haritaya çıkılacak yolculuğun pusulası, 1944 yılında VVV dergisinin ilk sayısındaki ‘Önsöz’de verilmiştir.

1
Sürrealist imgenin köklerini çok daha eskilere götürmek her ne kadar mümkün olsa da, en azından son 150 yılın düşün, kültür, eylem alanındaki etkinliği tartışılmazdır. Özellikle Sürrealizmin bir hareket olarak 1930’lı yıllarda kazandığı ivme ile birlikte sürrealist imge bir çeşit ‘bigbang’ ile tüm modern kültür içine sızmıştır.

Bu noktada Sürrealist hareketin içindeki yaratıcılar haricinde bilinçli ya da bilinçaltı itkilerle Sürrealist ruha ya da tekniklere sahip üretimleri tespit ederek, sürekli genişleyen galaksimizin etki alanını ölçebiliriz.

En azından batı kültür ağacı içinde 1920’lerden önce yaşamış zihinsel bir durum ve üretim olarak Sürrealist ruhta olan şairleri, ressamları, yazarları Sürrealist galaksiye almak ise uzun süre önce tamamlanmış basit bir operasyondu( doğu ise hala yaban). Sürrealizm bir hareket-felsefe-imge olarak yaşarken onun dışında kalmış ya da ondan haberi olmamış yaratıcıları aynı galaksiye almak ise gayet sancılı bir ameliyat.

Fakat her ne kadar zor, meşakatli ve yer yer riskli de olsa bu tip operasyonlara girilmelidir; çünkü ancak bu yolla ameliyat masasının üstüne kendisi bile farkında olmadan yerleşmiş birçok şemsiyenin farkına varılabilir.

2
Chigaco Sürrealist Grup 70’li yıllarda ustaca bir çözümleme ile ‘pulp-horror, scifi’yazarı sayılan Lovecraft’ı alternatif bir mit yaratıcısı, düşçü olarak Sürrealist galaksi içine yerleştirmişlerdi. Kuşkusuz Anglo-saxon bilimkurgu, fantezi geleneği içinde yer almış ve benzer bir operasyona maruz kalması gereken birçok yazar var.
Kendini sadece bir bilimkurgu yazarı olarak görmüş, Sürrealizm ile ilgilenmemiş bir yazarın gerçeküstücü imgesi hakkında yazmak kuşkusuz cüretkar bir girişim. Fakat Amerikalı bilimkurgu yazarı Philip K. Dick’in belli başlı takıntılı kavramlarına baktığımızda Sürrealist galaksiden çokta uzakta olmayan bir gök adada mesken tuttuğu ortaya çıkar: Zaman kırılmaları, düşler, psikanaliz, gerçeklik, mitler, sahte gerçeklik, druglar, önbilicilik, paranoya, arketipler, polis devleti, Gnostizm, faşizm, 68 ruhu, paralel evrenler, şizofreni, romantik gelenek…

Geride 8000 sayfalık Exegesis adı verilen ‘otomatik’ kayıtları bırakmış, delilik ile dahilik arasındaki ince yolda yürümeyi mesken tutmuş bir yazar. Valis ile tıpkı Lovecraft gibi kendi modern mitini yaratmış bir düş haritacısı. Akla ve gerçekliğe karşı, kendini rüyalara yakın hisseden ve sürekli Gerçeği ve özgürlüğü arayan bir yürek.

Kuşkusuz PKD’nin birçok romanındaki bu göndermeleri tek tek incelemek uzun belki de akademik bir çabanın ürünü olacaktır. Bu yüzden pusulamızı Ubik adlı romanına çevirerek, Dick’in düş haritalarına bir giriş yapmaya çalışacağız.

3

PKD’nin akla ve gerçekliğe karşı şüphe, öfke ve nefretinin bir ikizi kuşkusuz Antonin Artaud’dur. Gerçeğe ulaşmak için gerçekliğe karşı paranoid bir kuşku ve sürekli ona karşı savaşmak için içten yanan bir ateş. Toplumun dışına çıkış, uyuşturucular ile yapılan deneyler, ilerleyen akıl hastalığı ve bir iktidar tekniği olarak psikiyatri, modernizm ötesindeki halkların inançlarına-kültürlerine-mitlerine karşı bitmez bir ilgi, sürekli ve uslanmaz bir muhalif tavrı…

PKD.’ye göre gerçeklik sürekli insanı bir makine/köle haline getiren sonsuz sayıdaki sahte evrenden oluşur. Klasik roman geleneğinde öykü ilerledikçe düğüm çözülürken, PKD öykülerinde kaotik yapı ve entropi tamamen kontrol dışındaki noktalara dek ilerler. Kendi ifadesi ile diğer yazarlar mükemmel dünyalar yaratmaya çalışırken, o iki günde çökebilecek evrenler inşa eder. Mutlu son ile bitmiş gözüken yapıtlarına bile sonunda kesif bir umutsuzluk ve şüphe sızar.

Ubik baştan sona karşıtlıklar matematiği üzerine kurulmuştur. Telepatlara karşı durdurucular, Hollis’e karşı Runciter, zamanda kırılma yaratan Pat’e karşı Runciter, gerçekliğe karşı Joe Chip, entropiye karşı ubik, Jory’ye karşı…

Ama PKD’nin yarattığı dualizm Decartes’in klasik akıl ve beden ayrımın ötesindedir. Daha eskilere Platoncu düşüncelere göndermeler yapar. Ve öykünün ilerleyişi düalist yapının akıl-beden, ölüm-yaşam gibi klasik karşıtlıklarını da yeni cepheler açarak parçalar.

Yaşam ve ölüm arasında bir arabölge olarak yarı-yaşam; akıl ve beden ikiliği arasında, 3. bir uğrak ruhun bedensiz alternatif yaşam uzayı olarak yarı-yaşam… Etin çürümeye, aklın algısal yanılgılara, ruhun belirsizliğe sürgün edildiği bir evren.

Gerçekliğin bu kadar değişken ve yıkıma yazgılı olduğu bir hikaye de ne “gerçek zaman” ne de “gerçek dünya” denilen şeylerin gerçekliğine inanç duyabilir. Ubik’in evreni kap karanlık bir kabus evrenidir.

4
“Hiçbir şey. Tamamen hiçliğin sesiydi. Çok tuhaf bir ses”(syf 135)

PKD karakterleri Heidegger’in dünyaya atılmış ruhları gibi kendi varlıklarının sürekli kefaretlerini öderler. Ubik’in asıl kahramanı Joe Chip tüm bu kaosun ortasında kalır ve bir yerden sonra ölü, yaşıyor, yarı-yaşamlı olup olmadıklarının belirsizliğini düşünmekten vazgeçer. Onun asıl öğrenmek istediği yaşadığı kaosun arkasında, mücadele eden iki gücün aslında ne olduğudur. Onları yok eden güç ve onlara yardım eden güç, varlık ya da kişi(ler) kimlerdir, niyetleri nedir?

Dick’nin Gnosis kavramına yönelik ilgisinden yola çıkarak Chip’in hissettiği şeyin archon’lar aeon’lar arasında cereyan eden bir mücadele olduğunu düşünebiliriz. Fakat Ubik’teki durum Gnostik düşüncenin temel kavramlarından farklı bir şekilde ontoloji sorununa bağlanır. Entropinin ve her türlü gerçekliğin sahteliliğinin ele geçirdiği bir dünya da, varlığın konumu ‘hiç’ sözcüğünün çok daha ötesindedir.

Chip bir noktadan yaşadıkları gerçeklikteki zamanın geri gidişleri, sıçrayışları, eriyişlerine farklı bir gözle bakmaya başlar. Yaşadığı gelecekte artık bulunmayan sığır derisi cüzdana ya da 1939 model araca sıcak bir arzu ile yaklaşır. Bu hissi sadece Benjamin’in koleksiyoncu imgesi ile başlatıp daha sonra Sürrealizm üzerine önemli makalesinde devam ettirdiği eskimiş-gözden düşmüş nesnelerin gizlediği enerji formülünü ve ona bağlı olarak deneyime verdiği önceliği akla getirir(sayfa 164-168). Ki bu tema başta Androidler Elektirkli Koyun Düşler mi olmak üzere PKD’nin birçok romanında ortaya çıkar.

Sonuçta Ubik varlık, zaman ve hiç’e dair düşsel ve felsefi bir roman, peki ondaki aklı delen Gerçeküstücü karadelik nedir?

Bu sorunun yanıtı romanın her satırına bulaşmış melankoli de, o karanlık romantizmde ortaya çıkar. Nerden geldiğimiz ve nereye gittiğimize dair o belirsizlikte ve düşlerden başka sığınacak bir gerçeğimiz olmamasında… Karanlık ve korku her yere çöktüğünde mücadele eden, umutsuzluğun kapalılığına rağmen gerçekliğe direnen insanın yaşam hevesinde, Gerçeküstücü büyük reddiyenin kara aynasında…

Bir de tüm o kabus dolu satırlardan akan, ne olduğunu tarif edemeyeceğimiz ama etkisinden de kurtulamayacağımız bir kara-madde var. Aklıma Adorno’nun Sürrealizme Sonradan Bakış metnindeki Sürrealizmin bakışını özetlemek için kullandığı yapıdan fırlayan bir ur olarak evin cumbası metaforu geliyor. Bu açıdan Ubik olağanca ağırlığı ve akıl dışılığı ile dışarıya taşmış dev bir ur olarak büyüyor. Talimatlara uygun kullanıldıkça zararsızdır; taklitlerinden sakının!

Rafet Arslan
Aralık 2010
İzmir-İstanbul

ps: kaynak "S.E.T bülten/Destruction 2011)
*
Epilogue:
A compass for the travel to be taken using this map had been given in the Foreword of the first issue of VVV magazine in 1944.

1
Although it is possible to trace the roots of surrealist image back to much older times, its influence on philosophy, culture and action in at least the past 150 years is undisputable. Especially through the momentum Surrealism gained as a movement in the 1930s, surrealist image made some kind of big bang to find its way into the whole modern culture.

At this point, we can pinpoint the works created with Surrealist spirit or technique consciously or subconsciously by people other than the creators who were part of the Surrealist movement, to measure the sphere of influence of our ever-expanding galaxy. Epilogues

Sorting out the poets, artists and writers who possessed Surrealist spirit as a state of mind and production before the 1920s within at least the Western culture for the galaxy of Surrealism is a simple operation performed a long time ago (the East is still wild, though). Inclusion of creators who did not take place in or who were not aware of Surrealism experienced as a movement–philosophy–image in the same galaxy is, however, a surgical operation painful in the extreme.

However they are difficult, laborious and sometimes risky, such operations must be undertaken because it is the only way to notice that a number of umbrellas have lain down on the surgical table without even knowing it.

2
Chicago Surrealist Group had made a masterful solution in the 1970s by sorting out Lovecraft, who was considered a pulp-horror and sci-fi novelist, as a creator of alternative myths and an imaginer for the galaxy of Surrealism. Without doubt, there are many other writers who were part of the Anglo-Saxon science fiction or fantasy tradition and who should undergo a similar surgical operation.

It is obviously a daring attempt to write about the surrealist image of a writer who considered himself nothing but a science fiction writer and was never interested in Surrealism. But a glance at the basic obsessive notions of the U.S. science fiction writer Philip K. Dick reveals that he had lived in a galaxy not far from that of Surrealism: time-warps, dreams, psychoanalysis, reality, myths, false truth, drugs, prophecy, paranoia, archetypes, police state, Gnosticism, fascism, the Summer of Love, parallel universe, schizophrenia, romantic tradition…

A writer who left a volume of 8,000-page automatic records entitled Exegesis, who took to walking the narrow way between madness and genius. A cartographer of dreams who created his own modern myth with Valis just like Lovecraft. A heart who felt closer to dreams than mind and reality, who always sought the Truth and freedom.

Reviewing these references made in many novels of PKD will obviously need a long and perhaps academic study. Therefore, we will set our compass to his novel Ubik to try to enter the dream maps of Dick.

3

A twin of PKD’s skepticism, rage and hatred of mind and reality is doubtlessly Antonin Artaud. A paranoid suspicion of reality to reach the truth and a slow burning fire to fight it. Leaving the society, experiments conducted using drugs, a progressing mental disease, psychiatry as a technique of power, an endless interest in the beliefs, cultures and myths of the people beyond modernism, an ultimate and incorrigible dissident.

According to PKD reality consists of an indefinite number of fake universes that always turn Man into a machine/slave. As the plot is told in classic novel tradition and the mystery is unfold in PKD’s stories, their chaotic structures and entropy progress up to stages decidedly uncontrolled. In his words, other writers try to create perfect worlds while he builds universes that would collapse in two days. Even his works having a happy end suffer a dense cloud of hopelessness and suspicion creeping in the end.


From the beginning to the end Ubik is plotted on some mathematics of contrasts. Stoppers against psychics, Runciter against Hollis, Runciter against Pat the time bender, Joe Chip against reality, Ubik against entropy, Jory against …

But the dualism created by PKD is beyond Descartes’ classic separation of the mind from the body. It addresses to much older, Platonic ideas. And the progression of the plot shatters such classic oppositions of the dualist structure as mind-body and death-life by building new fronts.

Half-life as a nowhere land between life and death, as an alternative life space for a third visiting disembodied spirit between mind and body. A universe where the flesh is exiled to decay, the mind to suffer misperceptions, the spirit to suffer uncertainties.

In a story where reality is destined to be so variable and to be so prone to demolishment, none of the things called ‘real time’ nor ‘real world’ can be believed to be real. The universe of Ubik is a pitch-black universe of nightmare.

4
“Nothing. The sound of absolute nothing. A very strange sound”. (p.135)

The characters of PKD pay penance for their own beings like Heidegger’s spirits expelled to Earth. Joe Chip, the real protagonist of Ubik, finds himself in the middle of all this chaos and at one point he gives up thinking of the uncertainty of being death, alive or half-alive. What he really wants to learn is what in fact are the two powers who fight behind the chaos he experiences. Who are the powers, beings or persons that destroy them and that help them, and what do they intend?

Using Dick’s interest in the notion of Gnosis as a starting point, we can conclude that what Chip feels is the contest fought between the archons and the eons. However, the situation in Ubik solves to the problem of ontology unlike the basic notions of Gnostic approach. In a world captured by entropy and forgery of all kinds of reality, the position of being is much beyond the word ‘nothing’.

Chip begins to look from a different viewpoint at time’s backward flow, jumps and dissolution in the reality they experience at a given point. He feels a burning desire for a wallet made of calfskin or a 1939 model car no longer existing in the future he experiences. This feeling reminds us of the formula of the energy of aged and discredited objects, which he started with Benjamin’s image as a collector and continued in his important essay on Surrealism, and, consequently, the priority he gave to experience (pages 164 to 168). And this theme reappears in many of PKD’s novels, especially Do Androids Dream of Electric Sheep?

At the end of the day Ubik is an imaginary and philosophical novel on being, time and nothingness, but what is its Surrealistic black hole that pierces the mind?

The answer to this question lies in that melancholy, that dark romanticism which pervades each line of the novel. In uncertainty of where do we come from and where do we go, in that we have no reality to take shelter in but dreams. In Man’s lust for life resisting when darkness and fear pervade everywhere, resisting to reality in spite of the enclosure of hopelessness; in the black mirror of great Surrealistic rejection…

Furthermore, there is a black matter flowing from those nightmarish lines, which we cannot describe but we cannot help to be influenced from either. It reminds me of the metaphor of the bay window of a house as a tumor projecting from a building, as used by Adorno to summarize the Surrealistic view in his book Looking Back on Surrealism. From this point of view, Ubik grows as a huge tumor projecting with all of it weight and irrationality. It is harmless when properly used in accordance with instructions, beware of imitations!

Rafet Arslan

December 2010
Izmir - Istanbul

Translated by: Hüseyin Aşuroğlu

29 Eylül 2011 Perşembe

Şaklabanlar Arasında Bir İleri Görüşlü: PKD / Stanislaw Lem

(Çevirenler: Uğur Güney & Öznur Karakaş
Davetsiz Misafir Dergisi’nin İlkbahar 2005 tarihli 9. sayısında yayımlanmıştır.
Murat K.Güney'e selamlarla...)

Aklı başında hiç kimse suç unsurunun psikolojik gerçekliğini dedektif hikayelerinde aramaz. Böyle bir gerçekliği arayan biri, daha ziyade Suç ve Ceza’ya yönelir. Dostoyevski, Agatha Cristie’yle kıyaslandığında daha yüksek bir başvuru mercii oluşturur; yine de hiç kimse İngiliz yazarın hikayelerini bu bağlamda yargılayamaya kalkmaz. Onlar, oldukları gibi, eğlendirici polisiye romanları olarak değerlendirilme hakkına sahiptirler. Dostoyevski’nin kendini yükümlü kıldığı vazifeler onlara yabancıdır.

Eğer biri BK’nın geleceği ve uygarlığı sorgulayıcı rolünden tatmin olmuyorsa, yazınsal aşırı indirgemecilikten gerçek bir sanat eleştirisine paralel bir geçiş yapmanın yolu yoktur; çünkü bu tür içerisinde bir başvuru mercii yoktur. Aslında bunun bir zararı da yoktur. İstisnai durumunu istismar edip sanat ve düşüncenin zirvesini işgal etme iddiasında bulunan Amerikan BK’sı dışında…

İnsan, iptidailik suçlamalarını savuşturmak için eğlendirici karakterini mazeret gösteren; ancak bu tarz suçlamalar ortadan kalkar kalkmaz hemen mağrur iddialarını yinelemeye koyulan bir türün gösterişçiliğine kızmadan edemiyor. BK, aslından farklı bir şey olduğunu bildirerek okuyucuların ve kamunun sözsüz onayıyla süre giden bir gizemciliği teşvik eder. Amerikan Üniversitelerinde BK’ya karşı artan ilgi, beklenenin aksine, bu durumda bir değişikliğe yol açmadı. –‘laesae Almae Matris’- suçu işleme tehlikesine rağmen, dürüstçe, yazın teorisyenlerinin eleştirel yöntemlerinin, BK’nın aldatıcı taktikleriyle yüzleşmekte yetersiz olduğu belirtilmelidir.

Ama bu paradoksun sebebini kavramak zor değil: eğer suç problemlerini ele alan biricik kurgusal eserler Agatha Cristie’ninkiler gibi olsaydı, o zaman en değerli akademisyen bile dedektif romanlarının entelektüel fakirliklerini ve sanatsal vasatlıklarını kanıtlamak için hangi tür kitaplara başvurabilirdi?

Edebiyatta niteliksel ölçütler ve üst sınırlar somut eserlerce belirlenir, eleştirmenlerin varsayımlarıyla değil. Hiçbir teorik çaba yığını, yüce bir model olan seçkin kurgusal eserlerin boşluğunu telafi edemez.

Tarih yazımı uzmanlarının eleştirileri, Sienkiewicz’in Üçleme’sinin değerini düşürmedi, ne de olsa Cossack ve İsveç savaşları devrinde kendini Savaş ve Barış’a adayan bir Polonyalı Leo Tolstoy yoktu. Kısaca, -‘inter caecos luscus rex…’- en iyi derecenin olmadığı yerde, onun rolünü kendine kolay hedefler seçip bunları kolayca elde eden vasatlık üstlenir.

Hem yazar hem de saygı değer bir eleştirmen olan Damon Knight geçmişe nazaran büyük ölçüde değişiklik gösteren bakış açısını ve görüşlerini SFS sayı 3’te (Bilimkurgu Araştırmaları Dergisi –ç.n.) ortaya koyar. Bu dergide, böylesi modellerin yokluğunun nelere mal olabileceği diğer bütün soyut tartışmalardan daha açık bir şekilde dile getirilmiştir. Knight, burada Van Vogt’un kitaplarına tutarsızlıkları ve akıl dışılıklarından dolayı saldırmış olmasının bir hata olduğunu bildirdi. Van Vogt, muazzam okur kitlesinden memnunsa, -tam da bu gerçeğe dayanarak- bir yazar olarak doğru iz üzerinde olmalıydı. Eleştirmenlerin, bu yapıtları keyfi değer yargılarına dayanarak kötülemeleri yanlıştı. Okur kitlesi böylesi değer yargılarını tanımak istemediği sürece…

Eleştirinin görevi, daha çok eserin popülaritesini neye borçlu olduğunun izini sürmekti. Yıllarca BK’daki bayağılığın kökünü kazımak için mücadele eden bir adamın ağzından çıkan bu sözler, içinde kişisel bir yenilginin itirafından çok daha fazlasını barındırıyor. Bunlar genel bir durumun teşhisi. Yılarca sanatsal değerleri müdafaa etmiş biri bile pes ediyorsa, daha zayıf ruhların bu konuda bir şeyler elde etmeleri beklenebilir mi?

Yine de edebiyatı “görünen dünyadaki en yüce gerçeklik hali” olarak gören Joseph Conrad'ın soylu tanımının bir anakronizm olma ihtimali inkar edilemez. Böylece BK’da da edebiyat artık modadan ve talepten bağımsız olarak değerlendirilmemeye başlanacak ve best-seller olarak bir anlık alkış toplayan ne varsa en değerli olarak görülmeye başlanacaktır. Bu oldukça karamsar bir ihtimal… Her devrin kültürü, geçici hevesleri ve fantezileri uysalca besleyen ve bunları aşan –belki de bunları yargılayan- şeylerin bir bileşimidir.

Gündelik zevklere riayet eden ne varsa, en fazla bir anlık bir başarı elde eden eğlenceler halini alır. Çünkü bugün tanınmayan ancak yüz yıl sonra meşhur olacak bir illüzyon gösterisi ya da futbol maçı yoktur.
Edebiyat ise başka bir konudur. O, bir toplumda oluşan ve ‘aynı zamanda’ eğlenceli olan eserleri karanlığa sürmek yerine ‘sadece’ eğlenceli olanları unutulmaya mahkum eden, değerlerin doğal seçilimi sürecinin yaratımıdır.

Peki neden? Bunun hakkında söylenecek çok şey var. Dünyayı ve toplumu anlık tatminlerden daha fazlasıyla tanımlamayı arzu eden bir birey olarak insan kavramı ortadan kalkarsa, edebiyat ve eğlence arasındaki fark da aynı şekilde ortadan kalkacaktır. Ancak henüz bir sihirbazın maharetini dünyayla ilişkisinin kişisel bir ifadesi olarak tanımlamıyorsak, edebi değerleri de satılan kitap sayısına göre değerlendiremeyiz.

Peki nasıl oluyor da, daha az popüler olanlar, ani başarılar elde edenlere ve hatta rakiplerinin sesini kesmeyi becerenlere karşı uzun vadede direnebiliyor? Bunun nedeni daha önce sözü geçen, çarpıcı derecede biyolojik seçilime benzeyen kültürel seçilimdir.
Evrimsel sahnede bazı türlerin diğerlerine yol vermesiyle oluşan üstünlük farkları, büyük felaketlerin nadir sonuçlarıdır. Bir türün döllerinin diğer bir türünkini milyonda birlik bir hata payıyla alt ettiğini varsayalım. Böylece ilk tür hayatta kalacaktır. İkisinin arasındaki değişimler kısa vadede hissedilemese de... Bu kültürde de böyledir: Çağdaşlarının gözlerinde kitaplar yıllar sonra dostluğunu bozan arkadaşlar gibidir. Kısa ömürlü olan bir anlık cazibe, en sonunda yerini algılanması zor olana bırakır. Böylece edebi eserlerin iniş çıkışlarında bir çeşit düzenlemeye ulaşılır, bu da çağın manevi kültürünün gelişimini yönlendirir. Yine de bu doğal seçilim sürecini engelleyen bazı koşullar da oluşabilir. Biyolojik evrimde sonuç gerileme, yozlaşma ya da en azından gelişimsel durgunluk olacaktır. Tıpkı, yalnızca dünyadaki bütün etkilere açık kalarak elde edilebilen verimli çeşitlilikten mahrum kaldıklarından ensest ilişkilerle bozulan dış dünyadan yalıtılmış toplumlarda olduğu gibi...

Kültürde de benzer bir durum, birbirinin aynı yaratım şablonlarının ve tekniklerinin durmadan yinelendiği ‘ensest’ hali yüzünden entelektüel üretimin aynı şekilde durgunlaştığı gettolara kapatılmış yerleşim yerlerinin ortaya çıkmasına yol açar. Bu gettonun iç dinamikleri göze oldukça yoğun görünebilir ancak yıllar geçtikçe bunun yalnızca ‘hareket gibi’ olduğu açıklaşır. Çünkü hiçbir yere varmaz, çünkü ne kültür alanlarınca beslenir ne de onları besler, çünkü yeni modeller ve akımlar yaratamaz, ve nihayet çünkü çalışmalarıyla ilgili dışarıdan gelen dürüst değerlendirmelerden yoksun olduğundan, kendisine ilişkin en hatalı fikirleri besler...

Bu gettonun kitapları, kendilerini bir diğerine asimile ederek birbirlerinden farksız bir yığın halini alırlar. Çünkü böylesi ortamlar, üretilen ne varsa onu aşağılara, daha kötüye doğru iter. Böylece farklı kalitedeki eserler, kendilerine dayatılan eş düzeye getirme işlemiyle ortada karşılaşırlar.
Bu koşullar altında basım adedindeki başarı tek değerlendirme kıstası olur, olmalıdır da. Hiçbir kıstas olmaması imkansız olduğuna göre... Liyakate dayanan bir değerlendirme olmadığından, bu yerini ticari temellere dayanan değerlendirmelere bırakacaktır.

Sürü yaratımının vatanı olan Amerika’da tam da böyle bir durum hüküm sürmektedir. Bu sürü karakterini anlamak için, farklı yazarların kitaplarının tek bir oyunun farklı perdelerine ya da içinde hiçbir değişiklik barındırmayan bir dansın farklı figürlerine benzediğini gözlemlemek yeterlidir. Evrimde olduğu gibi edebi kültürde de geri besleme döngüleriyle sonuçların nedenlere dönüştüğünün altı çizilmelidir: sanatsal-entelektüel pasiflik ve eserlerin vasatlığına karşın, zoraki yazarlar ve okurlar tarafından bunların çok parlak fikirler ürettiğinin çığırtkanlığı yapılır, böylece BK’daki üslup yoksunluğu bu getto inzivasının hem nedenine hem de sonucuna dönüşür.
BK’da günümüzün sorunlarıyla gizemciliğe, aşırı indirgemeciliğe ya da bir anlık eğlenceye kaçmadan ilgilenmeyi arzu eden yaratıcı eserlere çok az yer kalmıştır. Örneğin, aklın evrende hüküm sürebileceğini, Dünyada oluşturulmuş kavramların dış sınırlarının bilişim araçları olarak ele alınabileceğini ya da dünya dışı yaşam formlarıyla temasların BK araçlarının ‘biz kazandık’ ‘onlar kazandı’ şıklarıyla sınırlandırılmış, maalesef ilkel repertuarlarında bulunamayacak sonuçlarını ele alabilecek eserler...

Bu araçlarla yukarıda bahsi geçen sorunların ciddi şekilde ele alınması, insanoğluna has kötülüğün dedektif hikayelerinde ele alınmasına benzer. Her kim karşılaştırmalı budunbilimin, kültürel antropolojinin ve sosyolojinin ağır toplarını bu tarz araçlara karşı kullanmaya kalksa, serçe vurmak için gülle kullanmakla eleştirilir. Çünkü BK yalnızca bir eğlence aracıdır. Bir kere sessiz kalınmaya görsün, BK’nın kültür şekillendirici, sezici, ön görücü ve efsane oluşturucu rolünü savunanların sesleri yeniden yükselmeye başlar.
BK daha çok şapkadan tavşan çıkaran bir sihirbaz gibi hareket eder. Sahip olduklarını araştırmakla tehdit edildiğinde böyle bir şeyi öne sürecek kadar çılgın olduğumuzu düşünüyormuş gibi davranan, tam da halk arasında hakiki mucize yaratıcısı olarak geçindiğini duyduğumuz anda şımarıkça yalnızca el çabukluğu yaptığını açıklayan bir sihirbaz...


Böyle bir ortamda gizemciliğe kaçmadan eser yaratmak mümkün müdür?
Philip K. Dick’in öyküleri bu soruya bir cevap sunuyor.
Bu öyküler, kendilerini kökenlerini oluşturan arka plandan ayırmayı başarırlar ancak bunu nasıl yaptıklarını ortaya çıkarmak pek öyle kolay bir iş değildir. Çünkü Dick de diğer Amerikan yazarlarıyla aynı malzemeleri ve sahne dekorlarını kullanır.
Uzun zamandır ortak mülkleri olarak kullandıkları ambardan bütün yıpranmış unsurları; bir sürü telepatı, kozmik savaşı, paralel dünyayı ve zaman yolculuğunu alır. Hikayelerinde korkunç felaketler olur; ancak bu bile kurala istisna teşkil etmez; çünkü dünyanın sonuna ilişkin bir dizi sofistike yolun listesini uzattıkça uzatmak BK’nın standart meşgaleleri arasındadır. Ancak; diğer BK yazarları felaketin kaynağını sosyal (dünyevi ya da kozmik savaş) ya da doğal (doğanın temel güçleri) olarak açıkça adlandırıp sınırladıkları halde; Dick’in öykülerinin geçtiği dünya, hikayenin sonuna kadar çözülemeyen korkunç mantıksal değişimlerden mustariptir.
İnsanlar, ne bir süpernova patlaması ya da savaştan ne sel, açlık, salgın, kıtlık ya da kısırlıktan ne de kapılarının eşiğine iniveren Marslıların saldırısından yok olurlar. Daha ziyade kaynağı belli olmayan, yalnızca tezahürleri görünen esrarengiz bir unsur iş başındadır ve tüm dünya metastazlarla hayatın bir alanından diğerine saldıran kötü huylu bir kanserin ağına düşmüş gibi hareket eder.
Hemen belirtmek gerekir ki bu, tarihsel teşhislerin cezası olarak değerlendirildiğinde oldukça yerindedir. Çünkü işin aslı, insanlık, başına gelen sıkıntıların nedenlerini ayrıntılarıyla, kesin olarak teşhis etmeyi genelde başaramaz. Bunu anlamak için bugünlerde uzmanlarca ne kadar çeşitli ve kısmen birbiriyle işbirliği içinde olan -ve kısmen de birbirini dışlayan- unsurun uygarlık sorunlarının kaynağı olarak gösterildiğine bakmak yeterlidir. Ayrıca bu, aynı zamanda sanatsal bir ön varsayım olarak da uygundur. Çünkü günümüzde okuru tüm hikaye edilen olaylar hakkında tanrısal bir her şeyi bilme kudreti ile donatan bir edebiyat, ne sanat teorisinin ne de bilgi teorisinin savunmayı beceremeyeceği bir anakronizmdir.

Dick’in kitaplarında dünyanın çöküşüne neden olan güçler fantastiktir ancak bunlar okuyucuları şaşırtmak için yeri geldiğinde öylece uyduruluvermiş değillerdir. Bunu Ubik’te, bu sıradan BK maskesine bürünmüş, fantastik grotesk, belirsiz alegorik alt metinler içeren ‘karanlık grotesk’ eserde görebiliriz.
Ubik bir BK eseri olarak ele alındığında, basitçe şu şekilde özetlenebilir:
Kapitalist toplumun egemenliği altında bulunan telepati, diğer bütün teknolojik yenilikler gibi ticarileşmiştir. Böylece işadamları rakiplerinin ticari sırlarını çalmak için telepatlar tutar, buna karşılık rakip firmalar da kendilerini bu ‘duyular ötesi sanayi casusluğu’ karşısında korumak için, düşünce okumayı sağlayan ‘psi alanını’ yok eden psişiklere, ‘durduruculara’ başvururlar.

Saat başı çalışan telepatlarla durdurucuları kiralayan, bu konu üzerinde uzmanlaşmış şirketler türemiştir. ‘Güçlü adam’ Glen Runciter ise böyle bir şirketin sahibidir. Tıp sanatı ölümcül hastalıklara yakalanmış kurbanların acılarını durdurmayı öğrenmesine öğrenmiştir; ancak bunları tedavi etmenin hala bir yolu yoktur. Böyle kişiler yine de ‘moratoryum’ adı verilen özel kuruluşlarda (bir çeşit ölümü erteleme yeri) ‘yarı yaşar’ halde tutulur. Bu hastaların buzdan tabutlarında öylece bilinçsizce dinlenmeleri, yaşayan akrabaları için az da olsa bir rahatlama sağlayacaktır ne de olsa. Bu ‘buzdan-tabutlarındaki’ insanların zihinsel yaşantısını sağlamak amacıyla bir teknik geliştirilir. İçinde yaşadıkları dünya gerçek değil, yalnızca uygun yollarla yaratılan bir kurgudur. Yine de normal insanlar soğuk-uyku aracının içine yerleştirilen, telefona benzer araçlar sayesinde donmuş olanlarla ilişki kurabilirler.
Aslında bu fikir bilimsel gerçekler açısından tamamen saçma sayılmaz: hastalıkları tedavi edilemeyenleri çare bulunana kadar dondurarak bekletme fikri ciddi olarak tartışılmaya başlanmıştır bile.
Prensipte beden öldüğünde kişinin beynindeki hayati fonksiyonları sürdürmek de mümkün olabilir. (Böylesi bir durumda beyin duyusal yoksunluk sonucu psikolojik bozulmaya maruz kalacaktır şüphesiz...)

Beynin elektrotlar bağlanarak uyarılmasının, böylesi bir operasyona maruz kalan kişide sıradan algılardan farksız deneyimler yaratacağını biliyoruz. Dick’te bu tekniklerin mükemmel şekilde geliştirilmiş hallerini görüyoruz. Her ne kadar o bunları hikayesinde ayrıntılarıyla anlatmasa da...
Burada sayısız ikilemle karşı karşıya kalıyoruz: ‘Yarı yaşam’ halinde bulunan kişi, durumundan haberdar edilmeli mi? Ona, normal bir hayat sürdürdüğü yanılsamasını yaşatmaya hakkımız var mı?

Ubik’e göre, Runciter’in karısı gibi yıllarını soğuk uykuda geçiren kişiler gerçeğin pekala farkındalar. Joe Chip gibi az daha acı bir sonla hayata gözlerini yumacakken kurtulduğunu sanan, ancak aslında bir moratoryumda dinlenmekte olanlar için ise durum tamamen farklıdır.
Kitapta bunun, diğer bir ikilem tarafından maskelenen belirsiz bir durum oluşturduğu da kabul edilmelidir: eğer donmuş kişilerin deneyimlerinden oluşan dünya tamamen öznelse, o zaman bu dünyaya dışarıdan herhangi bir müdahale onun için, şeylerin doğal akışını altüst eden bir fenomen olmalıdır.

Yani, Runciter’in Chip’le yaptığı gibi, birinin donmuş kişiyle iletişim kurması halinde, bu temasa Chip’in deneyimlerinde esrarengiz ve ürkütücü fenomenler eşlik etmelidir. Sarsıcı gerçeklik rüyanın tam ortasına, rüyanın bölünmesine ve kişinin uyanmasına neden olmadan (ne de olsa normal biri gibi uyanamaz; çünkü normal biri değildir) neredeyse ‘yalnızca tek taraflı olarak’ düşüvermiş gibidir. Bir adım daha ileri gidecek olursak, iki donmuş kişinin temas kurması mümkün değil midir? Bunlardan biri hayatta olduğunu sanıp alışmış olduğu dünyadan diğeriyle iletişim kurarken, yalnızca diğeri başına gelen talihsiz kazanın farkında olup bu duruma boyun eğiyor olamaz mı? Bu da pekala olası.
Son olarak, hiçbir zaman yanılmayan bir teknolojinin hayalini kurmak mümkün mü? Bu imkansız. Bazı karışıklıklar donmuş kişinin öznel dünyasını etkileyebileceğinden, ona tüm dünya çıldırıyormuş, hatta belki de zaman parçalara ayrılıyormuş gibi gelebilir. Bütün bunları yorumlamaya çalışırken, hikayenin bütün ana kahramanlarının aya düzenlenen bir saldırı sonrası öldürüldüğünü öğreniyoruz. Sonuçta hepsi moratoryuma yerleştiriliyorlar ve kitapta onların yalnızca görüntüleri ve yanılsamaları anlatılıyor. Gerçekçi bir romanda (ancak bu bir –‘contradictio in adiecto’-) bu yoruma kahramanın vefatından sonra onun ‘ölüm-sonrası’nı betimleyen bir anlatım tekabül eder. Gerçekçi roman böylesi bir hayatı betimleyemez; çünkü gerçekçiliğin ilkeleri böylesi tasvirlere uygun değildir. Ölünün ‘yarı-yaşamını’ mümkün kılan bir teknolojiye sahip olduğumuzu varsaydığımızda bile, yazarın karakterlerine bağlı kalmasını ve onları anlatımıyla, bundan böyle onlara açık olan tek hayat olan, donmuş rüyalarının derinliklerine doğru takip etmesini hiçbir şey engelleyemez.

Yani hikayeyi yukarıdaki gibi bir mantığa uydurmak mümkündür. Yine de, iki ‘mantıki’ sebepten ötürü bunun üzerinde ciddi bir şekilde durmayacağım. İlk ‘mantıki sebep’: olay örgüsünü, yukarıda çizilen sınırlar içerisinde tamamen tutarlı kılmak mümkün değildir. Runciter’in bütün adamları Ay’da öldülerse, ‘kim’ onları moratoryuma taşıdı?
Hiçbir şekilde mantığa sığmayan diğer bir şey de, yalnızca zihinsel güçle, nedensel düğümleri değiştirerek yaşanmış, bitmiş bir geçmişle şimdiyi değiştiren kızın yeteneği... Bu, Aydaki olaydan önce gerçekleşiyor. Yani, tasvir edilen dünyayı herhangi bir ‘yarı-yaşam’ süren karakterin öznel yaratımı olarak kabul etmek için hiçbir gerekçe yokken...
Benzer kaygılara ‘sprey kutusundaki Mutlak’ örneğinde olduğu gibi, Ubik’in kendisi yol veriyor. Buna biraz sonra değineceğiz.

Bu kurgusal dünyayı titizlikle ele almaya çalışsak, bundan hiçbir sonuç çıkaramayız; çünkü bu dünya çelişkilerle doludur. Ancak bu çelişkileri, eserin genel olarak anlatmaya çalıştıklarını ele almak üzere şimdilik bir kenara bırakırsak, aslında bu kitabın her ne kadar birbirlerinden farklı gibi görünseler de anlam açısından Dick’in diğer kitaplarına benzediğini fark ederiz. Aslında bütün bu kitaplarda bir ve tek dünya kendini gösterir. Bir parça salıverilmiş entropinin tükettiği çürümüşlüğün dünyası... Ancak bu dünya, aynen bizim gerçekliğimizde olduğu gibi, şeylerin uyum içindeki akışına saldırmanın dışında, zamanın akışını da tüketiyor.
Dick böylece, gerçek dünyanın muazzam ve aynı zamanda da akıl almaz belli başlı varoluşsal özelliklerini genişleterek dönüştürüyor ve bunlara heyecan verici bir ivme ve enerji kazandırıyor.
Bütün teknolojik yenilikler, mükemmel buluşlar ve yeni yeni kontrol altına alınmaya başlanan insani yetenekler (yazarımızın olağanüstü zengin bir ifadeyle belirttiği ‘özelliklerden’ telepati gibi) Kaos’un azimle yükselen dalgalarına karşı mücadelede nihai olarak hiçbir yere varmıyor.

Dick’in yetki alanı, kendini romanın açılış bölümlerinde göstermeyen, ‘önceden kurulmuş ahenksizliğin dünyası’dır. Bütün bunlar, yalnızca bu yıkıcı unsurun işgali daha da etkili olsun diye hiç aceleye getirilmeden, alelade bir şekilde sunulur.
Dick oldukça üretken bir yazardır. Ancak burada elbette ki eserlerinin ‘ana serisini’ oluşturan kitaplardan bahsediyorum. Bu kitaplardan her biri, (bunların arasında The Three Stigmata of Palmer Eldritch, Ubik, Now Wait for Last Year ve belki de Galactic Pot-Healer’i sayabilirim) aynı dramatik ilkenin farklı şekillerde ete kemiğe bürünmüş hali: evrenin düzeninin gözlerimizin önünde yıkılarak dönüşmesi... Cinnete kapılmış, olayların kronolojisinin bile sarsılmaya maruz kaldığı bir dünyada, olağanlığını koruyan yalnızca insanlar... Bu yüzden Dick, onları korkunç bir sınava tâbi tutuyor. Bu fantastik deneyde fantastik olmayan tek şey karakterlerin psikolojisi... Varolan cinnet hali karşısında Joe Chip gibileri, her yandan üzerlerine gelen, gerçekte nereden kaynaklandığı bir türlü bilinemeyen kaosla, sonuna kadar sabırla ve metanetle mücadele eder. Bu durumda okur da kendi tahminleriyle baş başa kalır.

Dick’in dünyaları, özellikle derin ayrışmalara ve çoğalmalara maruz kalan gerçeklikleri sayesinde tuhaftır. Çözülüm aracı bazen kimyasal maddeler bazen The Three Stigmata of Palmer Eldritch’deki gibi bir halisinojen bazen Ubik’teki gibi ‘soğuk uyku tekniği’; bazen de Now Wait for Last Year’daki gibi uyuşturucuların ve ‘paralel dünyaların’ bir karışımıdır. Nihai etki ise her zaman aynıdır: gözlerimizin önünde cereyan eden gerçeklikte imkansız gibi görünen görüleri birbirinden ayırmanın imkansızlaşması... Bu durumun teknik olarak nasıl gerçekleştiğinin bir önemi yoktur. Gerçeklerin parçalara ayrılmasının, kimyasal maddeler kullanılarak aklın manipülasyonunu sağlayan yeni bir teknolojiyle mi, Ubik’te olduğu gibi cerrahi operasyonlarla mı gerçekleştirildiğinin de. Burada önemli olan husus, algılanan gerçekliği birbirinden ayırt edilemeyen ‘benzerlere’ bölen araçlarla donanmış bir dünyanın, uygulamada yalnızca felsefenin kuramsal spekülasyonlarının konusu olan açmazlar doğuracağıdır. Sözgelimi bu öyle bir dünyadır ki, bu felsefe sokaklara dökülerek her sıradan ölümlü için, bizim için biyosferin yok olması kadar ölümcül bir sorun halini alır. Sağduyunun taleplerini karşılasın diye, romanda mantıksal bir denge izlenimi uyandırmak için gerçeklere dayanan çok titiz bir muhakeme yapmanın gereği yoktur. Belli bir noktada romanın ‘bilimkurgusal niteliğini’ savunmayı bırakmaya zorlanmakla kalmıyoruz aynı zamanda henüz bahsedilmemiş ‘ikinci bir sebep’ten dolayı bunu bırakmamız da gerekiyor. İlki zorunluluk tarafından dayatılan bir sebep: bölümleri odak noktasından yoksun olduğundan eser tutarlı hale getirilemez. İkinci sebepse daha önemli: metni tutarlı hale getirmek mümkün olmadığından, eserin evrensel anlamlarını olayların kendisinde değil de onları oluşturan ilkede, odak yoksunluğuna neden olan o şeyde, aramak zorunda kalıyoruz. Böylesi anlamlı bir ilke tespit edilemiyorsa, Dick’in romanlarına ‘gizemci’ demek zorunda kalıyoruz; çünkü her eser kendini ya edebi olarak sunduğu şeyle ya da metinde doğrudan dile getirilmeyen daha derin anlambilimsel bağlamıyla kanıtlamak zorundadır. Dick’in eserleri de ‘non sequiter’lerle doludur. Yeterince dikkatli her okur zorlanmadan mantığa ve deneyime uymayan benzer olayların listesini yapabilir. Ancak başka şekillerde zaten dile getirilmiş olanı bir kez daha yinelersek: edebiyatta tutarsızlık nedir? Bu bazı değerlerin (olayların güvenilirliği ya da mantığa uygunluğu gibi) diğer değerler uğruna yetersizce ele alınmasının ya da inkar edilmesinin belirtisidir.

Burada oldukça hassas bir noktaya geldik. Ne de olsa bahsettiğimiz bu değerler nesnel olarak kıyaslanamazlar. Yaratıcı bir eserde imgelem uğrana düzenden fedakarlık edilip edilemeyeceği sorusunun evrensel geçerliliğe sahip bir cevabı yoktur. Her şey eserin ne tür bir düzen ve ne tür bir imgelem içerdiğine bağlıdır. Dick’in romanları çok farklı şekillerde yorumlanmışlardır. Sam Lundwall gibi Dick’in ‘gizemcilik tohumları’ ektiğini iddia eden eleştirmenler vardır. Ancak bu dini bir gizemcilik değil daha ziyade bir okült fenomendir. Aslında zaman zaman Ubik’te bu tarz sonuçlara yol verebiliyor. Örneğin, Ella Runciter’in ruhunu bedeninden çıkaran kişi bir ‘medyum’ gibi davranmıyor mu? Joe Chip’le mücadele ederken farklı farklı bedenlere bürünerek metamorfoz geçirmiyor mu? Böylesi bir yaklaşım da olası.

Diğer bir eleştirmen (George Turner), romanın kalem ve kağıtla oluşturulabilecek birbiriyle çelişen absürdlükler yığını olduğunu ileri sürerek Ubik’in değersiz olduğunu savunuyor. Ancak ben yine de eleştirmenin, kitabın savcısı değil de avukatı olması gerektiğini düşünüyorum. Tabii kimse yalan söylememeli, yalnızca eseri, onu en güzel gösterecek şekilde sunmalı... Anlamsız çelişkilerle dolu bir kitap, vampirler ve diğer korkunç hortlaklarla ilgili anlatılan şeyler kadar değersiz olduğundan –çünkü her ikisi de ortaya ciddi olarak üzerinde durulmaya değer sorunlar atmazlar- ben yine de Ubik’i diğerlerine tercih ediyorum. Felaket konusu BK’da o kadar çok işlendi ki, Dick’in kitapları bunun boş bir gizemcilik olduğunu kanıtlayana kadar bu konu neredeyse tüketilmişti. BK’da dünyanın sonu, ya denetlenmeyen savaşlarla insanın ta kendisi tarafından ya da eşit derecede hiç var olmama ihtimalleri de bulunan, tesadüf eseri oluşan geçici felaketler tarafından getirilir.

Ancak Dick, hareket ilerledikçe temposu da şiddetlenen ‘imha’ hilesine ve halisinojenler gibi uygarlık araçlarına başvurarak teknolojik çırpınmalarla insan deneyimini öylesine birleştiriyor ki, hangisinin korkunç mucizelere yol açtığı belirsizleşiyor: bir ‘Deus ex machina’ ya da bir ‘machina ex Deo’... tarihsel kaza ya da tarihsel gereklilik...
Bu açıdan Dick’in konumunu belirlemek oldukça güçtür; çünkü bu soruya farklı romanlarında birbirleriyle bağdaşmayan yanıtlar vermiştir. Bu durumda aşkın olana başvurmak okurun konjönktüründe bir zamanlar yalnızca bir olasılık olarak bulunsa da artık neredeyse kesin bir teşhistir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Ubik’te olayları okültizm ya da spiritüalizmle açıklamaya yanaşmayan konjönktürel bir sonuç, ölmek üzere olan insanlara tıbbın son şans olarak sunduğu ‘yarı-yaşam’ teknolojisi ile destek buluyor. Ancak The Three Stigmata of Palmer Eldritch’de aşkın kötülük nâmı diğer kahramandan yayılır. Bu ‘doğaüstü ziyaretler’ ve ‘hayaletleri’ ele alan adi yazar numaralarına oldukça benzeyen düşük kalite metafiziktir. Her şeyin fiyaskoya dönmesini engelleyen tek şeyse yazarın öykü anlatmadaki becerisidir. Galactic Pot-Healer’da, gezegenin birindeki göçmüş bir katedralle ilgili efsanevi bir kıssayla ve bu katedralin üzerinde yükselen Işık ve Karanlık arasındaki mücadeleyle karşı karşıya kalırız. Böylece en son gerçeği andıran olay kırıntısı da burada son bulur.
Dick, bence o kadar hain ki, onu okurken aklımıza gelen sorulara açık seçik yanıtlar vermiyor. Ne mizan yapıyor ne ‘bilimsel olarak’ bir şeyler açıklıyor. Bunun yerine yalnızca şeyleri birbirine katıyor. Üstelik yalnızca olay örgüsünde değil daha üst bir kategoride. Her şeye rağmen Galactic Pot-Healer alegoriye kaçıyor. Açıkça ve kesin olarak yukarıdaki durumu benimsemiyor. Buna benzer bir tür belirsizlik, Dick’in diğer romanlarında da -belki de çok daha fazla- görülür.

Burada, edebi bir eserin türünün belirlenmesinin yalnızca edebiyat kuramcılarına özgü soyut bir sorun olmadığı, daha ziyade okuma sürecinin ayrılmaz bir önkoşulu olduğu vurgulanmalıdır. Kuramcı ve sıradan okur arasındaki fark, okurun içselleştirdiği deneyimlerin etkisiyle okuduğu kitabı aynen anadiline ait morfolojiyi veya sentaksı bilmeden otomatik olarak kapar gibi kendiliğinden bir türe koymasıdır. Somut bir türe ait uygun konvansiyon zamanla sabitleşir ve her vasıflı okur ona aşina olmaya başlar. Sonuçta, herkes gerçekçi bir romanda yazarın kahramanı kapalı kapılardan geçemezken, okuruna kahramanın uyanmadan önce unuttuğu bir rüyayı anlatabileceğini (her ne kadar mantıken biri de en az diğeri kadar olanaksız olsa da) ‘bilir.’ Dedektif hikayelerinin geleneği, suçu işleyenin bulunmasını gerektirirken, BK’nın geleneği mümkün görünmeyen, hatta ve hatta mantığın ve deneyimlerin uçlarında gezinen olaylara ‘akla uygun’ muhasebesinin yapılmasını gerektirir. Diğer yandan, edebi türlerin evrimi, temel olarak sabitleşmiş öykü anlatma geleneklerinin ihlal edilmesiyle gerçekleşir. Bu açıdan Dick’in romanları bir ölçüde BK geleneğini ihlal eder. Bu onun bir meziyeti olarak görülebilir; çünkü romanları bu sayede alegorik önem taşıyan genişletilmiş anlamlar kazanırlar. Ancak bu önemin boyutları tam olarak tespit edilemez. Bu şekilde oluşan bir belirsizlik, eser hakkında muammalı bir hava oluşmasını sağlar. Aslında bu durum, içinde bazılarının dayanılmaz bulacağı modern yazarlık stratejilerini barındırır. Ancak bunlara gerçeklere dayanan savlarla saldırılamaz; çünkü bu günlerde edebiyatta tamamen saf türler istemek anakronizm olmaya başlıyor. Dick’in tür olarak ‘saf olmayışını’ ona karşı kullanmak isteyen eleştirmenler fosilleşmiş gelenekçilerdir. Buna eşdeğer bir yaklaşımsa nesir yazanların Zola ve Balzac gibi yazmayı sürdürmesini savunanlardan gelir.
Yukarıda sözü edilen gözlemlere bakıldığında, Dick’in BK’da sahip olduğu yerin özgünlüğü ve eşsizliği daha iyi anlaşılır. Onun romanları standart BK kitaplarına alışkın birçok okurun kafasını karıştırmayı sürdürürken, Dick, ‘kesin açıklamalar’ sunmak ve bulmacaları çözmek yerine şeyleri hasır altı ettiğine dair naif olduğu kadar dehşet verici şikayetlere maruz kalıyor. Benzer itirazlar Kafka hakkında yapılsaydı bu, Dönüşüm’ün ‘böcekbilimsel bir meşrulaştırma’yla bitirilmesini, bir insanın ne zaman ve hangi şartlar altında böceğe dönüşeceğinin belirlenmesini ve Dava’da Bay K.’nın neyle suçlandığının açıklanmasını istemek gibi olurdu.
Philip Dick eleştirmenlerine kolay bir hayat sunmaz. Çünkü fantazmagorik dünyalarında rehberlik görevini üstlenmez. O daha çok labirentte kaybolmuş biri izlenimi verir. Yalnızca eleştirel yardıma ihtiyaç duyar; ancak bunu alamadığından, tamamen kendi kaynaklarına itilerek, bir ‘gizemci’ etiketiyle yazmaya devam eder. Gerçek eleştirilerin ışığında eserlerinin değişiklik gösterip göstermeyeceğini, gösterirse bunun ne yönde olacağını söylemek imkansız. Belki de böylesi bir değişiklik, o kadar da iyi olmazdı.

Dick’in eserlerinin türlerinin belirsizliğinden sonra ikinci bir özelliği de zeki oldukları kadar naif, bilgiden ziyade yetenek sahibi ilkel zanaatkârlar tarafından köy fuarlarında sunulan eşyalara benzeyen, aynı zamanda kendilerine göre bir cazibeye de sahip bayağılıklarıdır. Dick, sıradan Amerikan BK profesyonellerinin elinden bir dizi yapı malzemesi molozunu alıyor, çoktan eskimiş kavramlara gerçek bir özgünlük pırıltısı katıyor ve hepsinden önemlisi bu tamamen kendine ait yapıların üzerinde yükseliyor. Alışık olduğumuz standartların alt üst olmuş hali, kasılan zamanın akışı ve tiksinircesine kıvranan neden sonuç ağıyla çılgına dönmüş bir dünya, çığırından çıkmış fizik, şüphesiz onun icadıdır. Böylesi bir dünyada bu psikozun kurbanı çevremiz değil yalnızca biziz. Genelde BK kahramanları, yalnızca iki çeşit felaketten mustariptir: ‘polis-devlet tiranlığının cehennemi’ gibi sosyal felaketler ya da doğanın sebep olduğu afetler gibi fiziksel felaketler... Ya diğer insanlar (yıldızlardan gelen istilacılarda nihayet korkunç dış görünüşleri olan insanlardır) ya da doğanın kör güçleri, insanlığın başına kötülüğü sarar. Böylesine açık seçik şekilde dile getirilen bu teşhisin temelleri Dick sayesinde yerle bir olur. Bunu Ubik’e şu soruları sorarak anlayabiliriz: Runciter’in halkının başına gelen tuhaf ve korkunç şeylerden kim sorumluydu? Ay’a düzenlenen bomba saldırısı bir rakibin işiydi; ancak elbette ki, o zamanın çökmesine sebep olacak kudrete sahip değildi. Tıbbi ‘soğuk paketleme’ teknolojisine ilişkin açıklama, daha önce de belirttiğimiz gibi, her şeyi akla uydurmaya yetmez. Olay örgüsünü ayıran bölümlerdeki boşluklar ortadan kaldırılamaz. Böylece kişi, Dick’in dünyalarının kaderini belirleyen daha üst bir düzenin varlığından şüphelenmeye başlar. Bu kaderin dünyada mı onun ötesinde mi bulunduğunu söylemekse imkansızdır.

Teknik gelişmelerin yararına olan sarsılmaz inancımızın ne kadar yok olduğunu düşündüğümüzde, Dick’in tasavvur ettiği kültürle doğa, araçlarla bu araçların kötücül bir tümörün saldırgan karakterini edinmesini sağlayan temelleri arasındaki kaynaşmanın, artık yalnızca bir hayal ürünü olmadığını görürüz. Bu elbette Dick’in somut bir gelecek öngördüğü anlamına gelmez. Hikayelerindeki; düzenin yerini kaosa bıraktığı yaradılışın alt üst olmuş halini andıran parçalanmış dünyalar, bir gelecek öngörüsü değildir. Bunlar daha ziyade doğrudan dile getirilmeyen ancak kurgusal gerçeklikte kendini bulan gelecek şokunun, günümüz insanına özgü korkuların ve cazibelerin nesnel yansımalarıdır. Uygarlığın çöküşünü, tarihin geçmiş bir evresine, hatta ve hatta mağara adamları zamanına ya da doğrudan hayvan safhasına gerileme olarak görmek adet olmuştur. Böyle bir kaçamak BK’da sıklıkla uygulanagelmiştir; çünkü hayalgücü yetersizliği, aşırı indirgenmiş bir kötümserliğe sığınır. En uzak geçmiş bize, feodal, kabileler kuran ya da köleci topluma doğru yavaş yavaş ilerleyen bir safha olarak gösterildiği gibi; atom savaşının ya da yıldızlardan gelen istilacılar tarafından dünyamızın işgal edilmesinin de insanlığı gerilere, hatta ve hatta tarih öncesi yaşam biçimlerine doğru savuracağı zannedilir. Bu tarz eserlerin, döngüsel tarih felsefelerinin (örneğin Spenglerian) kavramlarını savunduğunu iddia etmek; bir fonograf kaydıyla durmaksızın tekrar edilen bir ezginin bir çeşit ‘döngüsel müzik’ kavramını temsil ettiğini savunmakla aynı kapıya çıkar; oysa bu aslında körelmiş bir iğneden ya da aşınmış yivlerden kaynaklanan mekanik bir arızadır. Bu yüzden bu tarz eserler döngüsel bir tarih felsefesine tapınmaktan ziyade, sosyolojik imgelem yetersizliğini açığa vururlar. Onlar için atom savaşı ya da yıldızlar arası istila, en uzak geçmişi yansıtma bahanesiyle kabile hayatını hikaye edinen bitmez tükenmez efsaneler anlatmak için uygun bir vesiledir. Bu kitapların yakında uygarlığımızı yerle bir edecek felaketin kaçınılmaz olduğu inancının ‘atomik amentüsünü’ yaydıklarını söylemek de mümkün değildir; çünkü bu felaket, daha önemli yaratıcı yükümlülükleri atlatmak için bahaneden başka bir şey değildir.

Bu tarz çarelere başvurmak Dick’e göre değildir. Ona göre uygarlığın gelişimi adeta kendi kendini yok ederek, başarısının doruklarında canavarlaşarak devam ediyor. Bu da bir kehanet olarak, teknik uygarlık yıkılırsa insanların ilkel araçlara, hatta sopalara ve çakmak taşlarına geri dönmek zorunda kalacağını iddia eden aydınlatıcı olmaktan uzak tezlerden çok daha özgündür. Uygarlığın gelişiminin hızından duyulan korku, günümüzde bilim ve teknoloji gibi her şeyi yıkıp attıktan sonra yükselmeye başlayan ‘doğaya dön!’ sloganlarında kendini gösteriyor. Bu gibi boş hayallere BK’da da rastlanıyor. Neyse ki Dick böyle bir şeye kalkışmıyor. Romanları doğaya dönme ya da ‘yapay’ olandan kurtulma tartışmalarının bile yapılamayacağı bir zamanda geçiyor. ‘Doğal’ olanla ‘yapay’ olanın kaynaşması çoktan tamamlanmış bir gerçek çünkü.
Bu noktada fütüristik odaklı BK’da görülen bir ikileme değinmekte fayda var. Okurların genel görüşüne göre, BK kurgusal olarak geleceği, Balzac gibi bir yazarın zamanını the Human Comedy’de resmettiği kadar zekice ve ayrıntılı olarak resmedebilmeli. Bunu öne süren her kimse, tarihin ötesinde ya da gerisinde, bütün çağlar ve kültürel oluşumlarda ortak bir dünyanın varolmadığı gerçeğini hesaba katmamış olmalı. Bize The Human Comedy’nin dünyasının tamamen açık ve anlaşılabilir gelmesinin sebebi aslında bunun her şeyiyle nesnel bir gerçeklik olmasından ziyade, somut olarak tanımlanmış, yaşanmış, anlaşılmış bir dünyanın -19. yüzyılın bağ bozumunda geçen, dolayısıyla da günümüze oldukça yakın- özel bir yorumu olmasıdır. Balzac’ın dünyasının bize yakın gelmesinin nedeni, bu tarz bir gerçekliğe alışkın olmamızdan başka bir şey değildir. Bu yüzden de Balzac’ın karakterlerinin dili, kültürü, alışkanlıkları, maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılama yöntemleri ve doğaya ve kendilerinden ‘aşkın’ olana karşı bakış açıları, bize oldukça açık görünür. Ancak, tarihsel değişimlerin akışı, kavramlara ne kadar mühim ve sabit olurlarsa olsunlar yeni içerikler yükler. Örneğin ‘ilerleme’ kavramı 19. yüzyıl bakış açısına göre, insanlık için zararlı ve yararlı olan şeyler arasında aşılmaz bir sınır olduğuna inanan, sağlam bir iyimserliğe denk düşerken, günümüzde böylesi bir kavramın geçerliliğini yitirdiğinden şüphe etmeye başlıyoruz. Çünkü ilerlemedeki zararlı sekmeler, ne kazara meydana gelir ne kolay kolay yok edilebilir ne de rastlantısaldır. Bunlar daha ziyade elde edilen başarıların bedelleridir ve bir yerden sonra kazançlar ve ödenen bedeller birbirini sıfırlar. Kısacası, yalnızca ‘ilerlemeye’ doğru yola çıkıldığında, sonunda mahvoluşa varılabilir. Yani, geleceğin dünyasını hayal etmek demek, var olan tabloya yalnızca birkaç teknik yenilik eklemek demek değildir, anlamlı bir tahmin yürütmenin geleceğe ilişkin çarpıcı gelişmeler ve vahiyler ortaya atarak şimdiki zamanı süslemek anlamına gelmediği gibi...

Okurların, uzak bir tarihsel zamanda geçen bir eseri okurken karşılaşabileceği güçlükler, yazarın keyfiliğinin, ‘yabancılaşmaya’ merakının ya da okuyucusunu şaşırtıp yolundan çıkarma isteğinin sonuçları değil, böylesi bir sanatsal sorumluluk üstlenmenin kaçınılmaz parçalarıdır. Durumlar ve kavramlar, yalnızca önceden bilinenlerle ilişkilendirilerek anlaşılabilir. Ancak farklı çağlarda yaşayan insanları çok büyük bir zaman aralığı birbirinden ayırdığında, çok da düşünmeden, otomatik olarak bizimkilerden benzersiz olduklarını hayal ettiğimiz gündelik hayat deneyimlerini anlamlandırmada başvuracağımız temellerde boşluklar oluşur.
Bunun sonucunda da uzak gelecek imgesini gerçekten başarıyla tasvir eden bir yazarın edebi başarı elde edemediği ve şüphesiz ki, anlaşılamadığı görülür. Sonuç olarak, Dick’in hikayelerinde yalnızca aşağı yukarı şu şekilde genelleştirildiğinde bir doğruluk payı bulunabilir: insanlar bizzat kendileri inşa ettikleri teknosferin labirentlerinde karıncalar haline gelmişlerse, ‘doğa’ya dönme fikri ütopik olmakla kalmaz, anlamsız bir hal alır. Çünkü yapay olarak dönüştürülmemiş ‘doğa’ diye bir şey zaten yıllardır ortalarda yoktur. Şu an hala ‘doğaya dönmekten’ bahsedebilmemizin tek sebebi, doğanın, uygarlık içerisinde biyolojik olarak biraz olsun değişebilmiş yıkıntıları olmamız. ‘Doğaya dön!’ sloganının bir robot tarafından dile getirildiğini düşünün bir de. Bu demir cevheri madenine dönmek anlamına gelirdi. Tarihin geri döndürülmeyeceği kadar doğru olan uygarlığın doğaya dönmesinin imkansız olduğu gerçeği, Dick’in karamsar bir sonuca varmasını sağlıyor: uzak geleceğe baktığımızda, madde üzerinde iktidar kurma hayalleri gerçekleşirken, ilerleme idealinin de korkunç bir karikatüre dönüştüğü görülür. Yazarın varsayımlarından illa da böyle bir sonuç çıkmıyor fakat bu ‘yine de’ göz önünde bulundurulması gereken bir ihtimal.

Yeri gelmişken belirtmekte fayda var; iş bu noktaya varmışken artık Dick’in eserini özetlemiyor, daha ziyade esere ilişkin muhtemel yorumlara yön veriyoruz. Çünkü görünüşe göre yazar kendi görüsüne o kadar kapılmış ki, ne eserin edebi inandırıcılığı ne de edebi olmayan mesajı onu ilgilendiriyor. Daha da talihsizi, Dick’e karşı eserinin entelektüel sonuçlarını ve olası devamına karşı beslenen umutları dile getiren eleştiriler yöneltilmemiştir. Bu sonuçlar ve umutlar yalnızca yazar için değil bütün tür için oldukça yararlı olurdu, ancak Dick büyüleyici ‘vaatler’ kadar tamamlanmış ‘başarılar’ ortaya koyamamıştır. Aksine kendi alanından gelen eleştiriler, içgüdüsel olarak, Dick’in anlattığı şeyin türün geri kalanına ‘benzediğini’ vurgulayıp, ‘farkı’ hakkında hiçbir şey söylemeyerek (tabii tam da bu fark yüzünden eseri tamamen değersiz saymazlarsa); yaratımı evcilleştirmeye, anlamları daraltmaya çalışmıştır. Bu davranışın arkasında, edebi eserlerin doğal seçiliminden patolojik bir sapma açıkça görülüyor. Bu seçilimin amele işi vasatlığı, umut vaat eden özgünlükten ayırması gerekir, birbirinin üzerine yığması değil. Böylesine ‘demokratik’ bir muamele maden cürufunu iyi metale denk tutmaktır. Ancak her şeye rağmen Dick’in kitaplarının cazibesinin katışıksız olmadığını kabul edelim. Bu, fena halde hayal kırıklığına uğramamak için yakından incelenmemesi gereken bazı aktrislerin güzelliğine benzer.

Bu romanlarda, (kiracının apartman ve buzdolabı kapılarıyla tartışması gibi) bazı ayrıntıların gelecekbilimsel olasılığını tartışmanın anlamı yoktur. Çünkü bunlar aynı anda iki işi birden yapsınlar diye uydurulan kurgusal bileşenlerdir: okuru günümüzünkinden oldukça farklı bir dünyayla tanıştırmak ve bu dünya aracılığıyla ona bazı mesajlar iletmek. Bu anlamda her edebi eserin iki bileşeni vardır. Her biri somut temellere dayanan bir dünya kurduğuna, bunun aracılığıyla da bir şeyler söylediğine göre... Ancak farklı türlerde ve farklı eserlerde bu iki bileşenin ağırlığı değişiklik gösterir. Gerçekçi bir kurgusal eserde ilk öğeden fazlasıyla, ikincisindense oldukça az bulunur. Çünkü böylesi bir eser gerçek dünyayı yansıtır, gerçek dünya da kitabın dışında, hiçbir mesaj iletmeden öylece var olup gelişir. Yine de, yazar bir edebi eser oluştururken elbette ki, belirli seçimler yapar. Bu seçimler de kitaba okura yönelik bir bildiri niteliği kazandırır. Alegorik bir eserde ilk bileşenden çok az olmasına karşın ikincisinden fazlasıyla bulunur. Çünkü bu eserin dünyası, esas olarak içeriği -mesaj- okura anlatan bir araçtır. Alegorik eserin taraf tuttuğu genellikle açıktır, gerçekçi eserin taraf tuttuğuysa az çok başarıyla gizlenmiştir. Biri “taraf tutmayan eser yoktur” dediğinde asıl kastettiği, bir dünya görüşünün somut amentüsüne ‘çevrilemeyen’, taraf tuttuğu özellikle vurgulanmayan eserlerdir. Örneğin destanın amacı, edebiyat dışındaki gerçekliğin farklı şekillerde yorumlanabilmesi gibi, farklı şekillerde yorumlanabilen bir dünya kurmaktır.

Eleştirinin (örneğin yapısal eleştiri) keskin araçları, destana karşı kullanılacak olursa, bu tarz eserlerde bile gizliden gizliye nasıl bir taraf tutulduğunu ortaya çıkarmak mümkündür. Çünkü nihayetinde yazar da bir insandır ve tam da bu özelliğinden dolayı varoluşsal süreçte davalı konumundadır. Yani, o da tam olarak tarafsız olamaz. Ne yazık ki, yalnızca gerçekçi düz yazı doğrudan gerçek dünyaya uyarlanabilir. Bu yüzden BK’nın en başından beri mahkum olduğu felaketin nedeni, aynı anda hem hayal ürünü eserler yaratmaya hem de hiçbir şey söylememeye niyetlenmesidir. Örneğin nesnel kendi kendine yeterlilikleri açısından mobilyadan yıldızlara etrafımızda gördüklerimizin bir eşi olup da mesaj niteliği taşımamaları... Bu BK’nın köklerine kazınmış ölümcül bir hatadır. Kasıtlı olarak taraf tutmaya izin olmayan yerde istemsiz taraf tutma boy gösterir. Taraf tutma derken partizan bir eğilimi ya da ilahi olarak nesnel olamayan bir bakış açısını kastediyoruz.

Ancak bir destan bu derece nesnel olabilir; çünkü sunumunun (bakış açısı) ‘nasılı’ bizim için ayrılmaz bir şekilde ‘ne’ olduğunun arkasına gizlenmiştir. Destan da olaylar taraf tutularak anlatılır; ancak biz de aynı önyargıya sahip olduğumuz ve bunun içinden çıkamadığımız için bunun farkına varamayız. Destandaki bu taraflılığı, ancak yüzyıllar sonra, zamanın akışı ‘kesin nesnelliğin’ standartlarını değiştirdiğinde ve biz ‘gerçekçi bilginin’ geçmişte nasıl anlaşıldığına bakarak günümüzde ne olduğunu algıladığımızda keşfederiz. Tek bir kişi için gerçeklik ve nesnellik diye bir şeyden söz edilemeyeceğine göre, bütün bu kavramlar indirgenemez tarihsel görelilik katsayıları içerirler. Şu anda BK destanla bir tutulamaz; çünkü BK eserinin ortaya koyduğu şey bir zamana (genellikle de geleceğe) aitken, hikayesini nasıl anlattığı başka bir zamana, şimdiye, aittir.

Hayalgücü, ‘nasılı’ inandırıcı şekilde betimleyebilse de, buraya ve şimdiye özgü olayları algılama şeklimizi tamamen ortadan kaldıramaz. Bu açıklama, içinde yalnızca sanatsal bir gelenekten fazlasını barındırır: Bu da bir çağa özgü, görünen dünyayı sınıflandırma, yorumlama ve mantığa uydurma şeklidir.

Bu yüzden bir destanın sorunlu içeriği, çok derinlere gizlenebilir ancak BK’nınki anlaşılır olmalıdır. Aksi takdirde hikaye ölümcül şekilde aşağılara kayarak peri masallarından, macera romanlarından, mitlerden, dedektif hikayelerinin iskeletlerinden ya da eklektik olduğu kadar değersiz olan bazı melezlerden ayrılamaz hale gelir. Bu ikilemden çıkmanın bir yolu ‘gerçeğe dayananla’ ‘mesajı oluşturanı’ (yani ‘görünenle’ ‘bakış açısını’) birbirinden ayıran öğesel çözümlemelerin uygulanamadığı eserlerde görülebilir. Böylesi bir eserin okuru, kendisine gösterilen şeyin bir taş ya da sandalye gibi varolması gerektiğini ya da kendisinin ötesinde bir şeylere işaret etmesi gerektiğini bilmez. Böylesi bir eserdeki bu kararsızlığı yazarının açıklamaları da azaltamaz; çünkü yazar da bu konuda tıpkı rüyalarının gerçek anlamlarını açıklamaya çalışan bir adam gibi pekala yanılabilir. Bu yüzden ben Dick’in açıklamalarının, eserlerinin çözümlemesinde bir şey ifade etmediğini düşünüyorum.

Bu noktada Dick’in BK kavramlarının kökenlerini açıklamak üzere bir paragraf açmak istiyorum. Ancak bunun için Ubik’ten bir örnek yeterli olacaktır: kitabın başlığını oluşturan isim. Bu ‘her yerde’ anlamına gelen Latince ‘ubique’den gelir. Kelime, iki heterojen kavramın karışımı: felsefeyi sistemleştirmeye kadar giden sonsuz ve değişmez olan Mutlak kavramı ve ‘aygıt’ kavramı... Çamaşır yıkamaktan daimi dalga elde etmeye kadar yaptığı her şeyde parolası, insanların işini kolaylaştırmak olan tüketim toplumunun taşıma bandı teknolojisinin bir ürünü olan günlük işlerde kullanılmaya elverişli küçük, kullanışlı bir araç...
Bu ‘konservelenmiş Mutlak’, iki farklı çağın düşünce tarzlarının çarpışması ve tedahülü olduğu kadar soyutlamanın somut bir nesne kılığında ete kemiğe bürünmesidir de.
Yukarıda bahsedildiği şekilde ampirik olarak inandırıcı ya da varolma ihtimali bulunan nesneler yaratmak neredeyse imkansızdır. Aynı şekilde Ubik ele alındığında bu durum –örneğin ‘gelecekbilimsel’ değil de metaforik bir şiirsel araçtır. Her bölümün başında epigraf görevi gören ‘reklamlarla’ vurgulanan Ubik, hikayede önemli bir rol oynar. O bir sembol müdür? Öyleyse neyin sembolü? Bu soruyu yanıtlamak hiç kolay değil. Teknolojinin görüş alanının ötesinde bir çeşit sihirle ortaya çıkmış, nasıl ki bir deodorant endüstriyel atıkların kötü kokularını ört pas ederse öyle Kaos’un ya da Entropinin yıkıcı sonuçlarından insanlığı koruyacağı sanılan bir Mutlak, yalnızca günümüzde sıkça başvurulan bir taktiğin (örneğin bir teknolojinin yan etkileriyle diğer bir teknoloji vasıtasıyla savaşmak) kanıtı değil, sorunsuz düzene sahip bir krallılığın kayıp idealine duyulan bir özlem ve aynı zamanda da bir ironidir o. Ne de olsa bu ‘yenilik’ hiç bir zaman ciddiye alınamaz.

Ubik bütün bunların ötesinde, romanın ‘içsel mikromodeli’ rolünü de oynar. Çünkü geçici başarıların ardında engellenemez bir yenilginin insanlığı beklediği kaosa karşı savaşım gibi kitaba özgü bütün sorunları içinde barındırıyor.
Joe Chip’in hayatını kurtaran, sprey kutusuna konservelenmiş Mutlak: nedir bu, Kutsalı ‘bayağının’ içine tıkıp alçaltan bir uygarlığın duvar yazısı ya da tekerlemesi mi? Bütün bu çağrışımlar takip edildiğinde; Ubik’i Moira’ya karşı boşuna mücadele eden antik kahramanların yerini büyük bir iş yöneticisinin emrindeki telepatların aldığı bir Yunan trajedisi kopyası olarak görmek mümkündür.

Ubik’in aklında böyle bir şey olmasa da, her şekilde bu yöne doğru ilerliyor.
Philip Dick’in yazıları, en azından doğdukları yerdeki kaderlerinden daha iyisini hak ediyorlar. Hepsinin kaliteleri birbirine denk olmasa da, tam olarak anlaşılamasalar da; yine de entelektüel değer ve özgün yapılardan yoksun BK’yı oluşturan ucuz malzemelerin içine güçlükle sokulabilirler. Hayranları Dick’in kitaplarındaki ‘en kötüden’ etkileniyorlar: Amerikan BK’sının tipik gösterişinden, yıldızlara ulaşmaktan, bir sürprizden diğerine koşan maceranın pervasız akışından... Ancak onu, bulmacaları çözmek yerine okuru grotesk olduğu kadar tuhaf olan bir gizem havasına bürünmüş halde savaşın sonunda bırakıvermekle eleştiriyorlar. Yine de halüsinojen ve reankarnasyon tekniklerini birbirine karıştırması ona gettonun duvarlarının ötesinde hayranlar kazandıramadı; çünkü orada BK’nın envanterinden aldığı dayanakların kalitesizliği, okurları kendinden uzaklaştırır. Bu yazılar bazen giriştikleri şeyi başarmaktan aciz kalsalar da ben büyülerine kapılmadan edemiyorum. Genelde, yalnız bir hayalgücünü, oraya buraya saçılmış fırsatların bolluğuyla baş etmeye çalışırken –ki böylesine çabalarken bir anlık yenilgiler bile zafer sayılabilir- gördüğümde olduğu gibi...

Stanislaw Lem

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Türkçe de Ubik



P. K.Dick'in Ubik romanı 2002 yılında 6:45 yayın tarafından Türkçe'ye kazandırıldı. Kitabın çevirisini Ece Atıcı, yayıncılığını ise Kaan Çaydamlı üstlendi.

6:45 Yayın P.K.Dick'in (neredeyse)bütün eserlerini dilimize kazandırmaya soyunmuş olup 2011-2012 sezonu içinde aralarında Ubik'in de olduğu 12 PKD kitabının edisyonunu yapacaktır.

Ayrıntılı bilgi için: http://altikirkbes.wordpress.com/2011/03/11/philip-k-dick/

Ayrıca Türkçe de Ubik romanını konu alan 2 adet (basılmış)makale bulunmaktadır. Bunlardan ilki Davetsiz Misafir Dergisi’nin İlkbahar 2005 tarihli 9. sayısında yayımlanan, Bilimkurgunun önemli ismi Stanislaw Lem'e ait "Şarlatanlar arasında bir ileri görüşlü: PKD" adlı oylumlu çözümlemedir. Her ne kadar makale Bk'nun gerçekte ne olduğu, ABD bilimkurgusunun zayıflığı, genel olarak PKD dünyasını konu almış gözükse de, metinin ana çözümlemesi Ubik üzerinedir.

Diğer makale ise Ubik Projesinin koordinasyonunda yer alan Rafet Arslan tarafından 2010 yılında yazılan "Bir düş haritacısı olarak Philip K. Dick ve Sürrealizm" adlı makaledir. Metin Destruction/Yıkım 2011 etkinlikleri için Sürrealist Eylem Türkiye tarafından hazırlanan "özel" edisyon dergide Türkçe-İngilizce olarak basılmıştır. Metnin çevirisini Hüseyin Aşuroğlu tarafından gerçekleştirilmiştir.

Detaylı bilgi için: http://destruction2011.com/