21 Kasım 2011 Pazartesi

P.K. Dick: Bir Bilimkurgu Yazarının Teolog Olarak Portresi/Rafet Arslan



P.K. Dick: Bir Bilimkurgu Yazarının Teolog Olarak Portresi
Timothy Archer; yaşamının son yıllarında tamamen çıldırmış olduğu düşünülen Kuzey Amerikalı Bilimkurgu yazarı ve muhalif Philip K. Dick’in aslında tam olarak delirmediğinin delili kabul edilebilir. Çünkü Timothy Acher(6:45 Yayıncılık, 2010); baştan sona döngüsel, zekice kurgulanmış, dinleyicisini(okurunu) ahenkle sarmalayan bir melodi gibidir. Okurunu ikircikli düşünler arasında bırakan, paranoyak özeniyle yazılmış bir kitap.

Paranoyak özeniyle diyorum, ancak paranoyak tıpkı usta bir mimar gibi yapının tüm avantajlarını-dezavantajlarını hesaplayarak, önlemlerini hep baştan alarak kurgusunu kusursuz yapabilir. Tüm verilen ayrıntıların önemli olduğu, ipuçlarının satır aralarında gizlendiği, kendi kanıtlarını hep içinde taşıyan ve sürekli kurduğu hikâyeye gönderme yapan bir yapı.

Ölmeden önce son tamamladığı romanında bu mimariyi kuran Dick’in tamamen delirmediğini iddia edebiliriz ya da bu kusursuz yapının yazarının zır deliliğinin kesin bir delili olduğunu. Hölderlin, Blake, Nerval, Artaud ile başlatılabilecek uzun bir liste bizlere yanılsamanın kendisinin yanıltmadığı gerçeğine kuşkusuz götürecektir.

Doğaüstüne Karşı Modernite
Kitabın adı ilk başta Rahip Archer (Bishop Archer) olarak düşünülmüş. Rahip ya da peder kelimeleri belirgin bir biçimde psikanalitik baba figürünü temsil eder. Kitabın anlatıcısının T. Archer’ı kayınpederi olarak isimlendirmesi ve sürekli bu şekilde anması; kendi öz babasından hiç bahsetmeyip, ona sembolik bir baba rolü vermesi bu tezi güçlendiriyor(kitabın alt metnindeki teslis inancına karşı saldırı ‘baba’ kelimesine ironik farklı bir okuma da içermektedir).

Chesterton’ın Father Brown karakteri doğaüstü şarlatanlıkları, mistik kılıklı hokkabazlıkları ifşa eden bir rahip/dedektiftir. Aydınlanma aklını silah olarak kuşanmış, zeki bir muhafazakar figür. Ama Rahip Brown aynı zamanda Aydınlanmanın kendi sınırlarını çizdiğinin semptomudur. Akılın egemenliği üstüne kurulan sistem, dini yok etmek yerine onu da diğer her şey gibi araçsallaştırır. Foucault’un sürekli altını çizdiği bazı tarihleri(mesela 1792) ve modernizmle birlikte akıl hastalığına yönelik yeni yaklaşımları hatırlayalım.

İnanç yerine aklın egemenliğini getiren modernite her Pazar ayininde rahip aracılığıyla Tanrı ile konuşmayı rasyonelleştirirken, direkt Tanrı ile konuştuğunu iddia eden yurttaşlarını tımarhaneye atmıştır. Ya da Fransız Devriminin meşhur Terör döneminde en büyük savaşın ateizme karşı açıldığını(!) unutmamak gerekir.

Peder Brown bu dönemin rasyonalist rahibidir ve aklı yolu ile batılı alt eder. Tabii burada bir kabul vardır, fazlasıyla Kantçı bir kabul. Brown doğal olarak Tanrı ve onun mukaddes inancı Hıristiyanlığı a priori bir kategori olarak kabul eder ve akılcılaştırır. Tam da burada; Lacan’ın sürekli bir deli ile kral arasında fark olarak ortaya koyduğu örneği, bir deli ve peygamber olarak kullanabiliriz. Bir deli peygamber olduğunu söyler, bir peygamber de. Buradaki tek fark noktası deli yapayalnızken, peygambere inanan ve ona bu kutsal mevkii veren bir inananlarının var oluşudur.

Philip K. Dick ise inancın kendisini akıldışının ve imkânsızın noktasına geri çeker. Bu bakış dini inanç ile delilik denen şeyi çok kolay eşleştirmemize izin verir. Bu tutum Peder Brown ve onun aydınlanma aklıyla işbirliğini kısa devre yaptıran bir tutumdur. Dick’in getirdiği mecra resmi Hıristiyanlığın 4 temel kitabının geçersizleşmesidir. İsa’yı oğulluktan(yani Mesihlikten) alır, teslis inanına karşı çıkar, kutsal ruhu da gizli bir mantara indirger. Tanrı’nın eti ve kanı olarak…

İsa’nın söylediği her şey ondan 200 yüz yıl önce söylenmiştir ve İsa da kutsal mantarın torbacısıdır. Dick’in bu savını basit bir küffarlık göstergesi olarak ele alıp, görmemek bir çeşit baştan savmacılıktır. Dick bu radikal çıkışında, ilk Hıristiyanlığın pagan inançlarla karıştığı Gnostizmden, Zerdüşte, Budizme ve oradan da Sufiliğe dek ilerler. Temel dayanak noktası aklın inançla( bence aynı zamanda delikle de) takas edilmesidir. Dick’in ortaya koyduğu şeyin aslı, post-modern dönemin ilk kutsal kitabını yazmış olduğudur.

VALİS Fenomeni
Timothy Archer; Dick’in 2-3-74 dediği deneyimiyle bütünleşen ve kıssaca Valis(Vast Active Living İntelligence System) olarak adlandırdığı evrenin özü kutsal varlığa ilişkin bir ön sunum olarakta okunabilir. 20. yüzyıl sonunun mesihinin derdini bir ‘bilimkurgu’ etiketli romanla duyurmasında bir çelişki yok.Tam da zamanın ruhuyla uyumlu, post-modern bir ironi.

Timothy Archer’ı dilimize kazandıran 6:45 Yayıncılık doğru bir karar ile bu romanı yine çeviri süreci bitmiş Valis’ten önce yayınladı. Yayınevinin 10 yıl önce bastığı Albemuth Özgür Radyo romanı, Dick’in erken bir tarihte yazdığı(1976), Valis düşüncesinin ortaya sürecin bir özeti yarı-kurgusal önemli bir yapıttır.

Sağlığında Albemuth’u yayınlamayan Dick, Valis’i bir üçleme olarak yazmaya koyulur. 1978’de yazılıp 1981 kitaplaşan Valis, 1980’de yazılıp 1981 kitaplaşan The Divine İnvasion ve üçlemenin son kitabı olması tasarlanan The Owl İn The Daylight...

Sonuncuyu tamamlamaya Dick’in ömrü yetmez. Bu son romana ait notlar o kadar dağınıktır ki, yayıncısının bir başka yazar tarafından tamamlanma girişimi sonuçsuz kalmıştır. Bu romanın notlarında öne çıkan 3 göndermenin Dante(İlahi Komedya), Goethe(Faust), Bethoween olması ilginç bir ayrıntıdır. Çünkü bu üç gönderme T.Archer romanının da temel önemdeki metaforlardır. Gerçi T.A.’nın anlatıcısı Angel şahsında metaforlar üzerine bir kitap olduğunu da unutmayarak..

Dick’in Teolojisi
Dick’in metafiziğine dair en net kanıtlar kuşkusuz 8000 sayfayı bulan ve ölümünden sonra yayınlanan günlükleridir. Karmaşık, her tür kontrolün dışında yazılmış bu notlar Tefsir(Exegesis) olarak anılırlar ve içine nüfus etmesi zor metinlerdir.

Dick’in teolojine dair kanıtlara bazı ilk dönem yapıtlarında rastlansa da, Valis’e açılan kapıda bazı köşe taşları öne çıkar. Evrenin akışında bizim aklımız-algımız ötesinde bir ‘büyük öteki’ oluşu fikrinin sanırım en belirgin örneği Ubik romanıdır. Kant’ın’das ding’ kavramı ile beraber okunabilecek Ubik’in düşüncesi ve hakikat sorunsalı T.Archer’da yine karşımıza çıkar. Diğer bir önemli kilometre taşı ise 1973’te yazılan ve Dİck’e göre kahinsel gelecekten geri dönüşlerle beslenen Flow My Tears romanıdır. Dick bu romanda yazdığı birkaç önemli bölümü sonradan bire bir gerçek hayatında yaşadığını belirtmiştir. Ardından bir rastlantı sonucu, yazdığı ve yaşadığı bu olayın İncil’deki bir bölümle bire bir aynı olduğunu fark eder. Yani kitabı düşünüp-yazmış, ardından yaşamış ve sonra bu olayı tekrar İncil’de okumuştur. Dick için Gerçek kelimenin tam da Lacancı anlamıyla gelecekten geri dönmüştür( bu konuda Lacan’ın Poe’nun Kayıp Mektubu üzerien çözümlemelerine ve ondan yola çıkan Zizek’in Back to Future filmine dair yazdıklarına bakmak faydalı olacaktır. Ki Zizek’in okuması Kantçı ‘das ding’ kavramı üzerinden büyük öteki çözümlemelerine uzanır).

Dick’in teolojisi Doğu ve Batının farklı düşünce okullarından derin izler taşısa da, kesin olarak hiçbir önermeyi savunmaz. Zihni daha çok bu farklı düşün ve inanç adaları arasında seyahat halindedir. Albemuth’ta köklerine dönen demokratik yeni bir Hristiyanlık arayışının karmaşası biraz daha öne çıkarken, 5-6 yıl sonra T.Acher’da Hristiyanlık ile bir hesaplaşmaya girilmiş; Zerdüşt ve Sufi düşünceler git gide öne çıkmaya başlamıştır. Sonuçta Dick’in derdi tek başına din değildir, insanın ve gerçekliğin ne olduğu ve buradan varlığın özgürlük sorunsalı onun temel konusudur.

Dick; Valis ve öncülü Albemuth’ birer bilimkurgu romanı olarak tasarlanmıştır; oysa Timothy Archer ne kadar zorlarsak zorlayalım Bilimkurgu kapsamına giremez. En yapıştırma BK yaklaşımı bir alternatif tarih kurgusu olarak okunabileceğidir, ama bu da sadece yapıtın gücünü-iddiasını zayıflatmaktan öteye geçmez. Çünkü T.Archer’da rastlandığı şekliyle alternatif tarih-ki roman denilen şey hep böyle bir kurgu ola gelmiştir- realisttik yazında da hep kullanılmıştır. Gizemle anılan anokhi mantarıyla ilgili de Bilimkurgusal bir unsur çıkartmak imkansızdır. Zaten BK ustası Dick istese kitabına tıpkı Valis, Albemuth, Ubik gibi bir kurgu sokardı. Bu bile tek başına Dick’in bir kurgu-roman değil, teolojik metin yazdığının delilidir.

Bir Meleğin Çilesi
Angel; Gerçek ve gerçeklik arasındaki açılan bariyerde aklına tutunmaya çalışır. Çünkü şahit olduğu gerçeklikten açılan kapı en kısa yoldan deliliğe koşmaktadır. Simgesel evrenin tamamen çökmesine izin vermemek için Angel anlatılanlara-tanıklıklara inanmaz. İnanmak yerine mantığına sığınmaya ve sıradan yaşamına devam etmeyi tercih eder; kendini buna zorlar, deliliğe direnir, inanmayarak.. Kendini bir makineye çevirdiğini bilerek ve bunu göze alarak.

Dick düzyazılarında sıkça, tinsellikten uzak insanın rasyonel yaşam içinde bir makineye dönüşeceğinin altını çizmişti. Makinenin dışına insanın özüne doğru iç yolculuk ise deliliğe ve ona bağlı ölüme açılan karanlık bir yoldu. Ödenen bedel kitabın çeşitli kısımlarında gönderme yapılan Promateus’un çilesine denktir. Gerçeği bilme arayışı, özgürlük arayışı ve ben arayışı… sonuçta hep acının engin bilgisine açılan üç kapı.

Angel; büyük sancılara yakalanmıştır, çünkü gerçeklik ile tüm bağlantı noktaları çatlamıştır. Sadece delirmek korkusu da değildir bu; ölülerinden gelen iletişim çabası, IRA’ya yardım eden yaşlı medyumun kara kehanetleri, etrafını çepe çevre saran ölüm. Kuşkusuz delilik gibi ölümde bulaşıcıdır; küçük mikro evrenleri tuzağına hedef seçer ve oraya yuva kurar-yayılır. Dick’te bu satırları benzer bir çembere sıkışma hali ile yazmış olmalı; çünkü onu da bir adım ötesinde bekleyen çıplak ölümdür. Yalnızlık örülü bir ölüm, çünkü Karanlığı Taramak romanının sonunda verdiği uzun listede görüldüğü gibi en sevdiği dostları çoktan ebedi yolculuğa çıkmıştır. Roland Barthes’de dediği gibi yaşam hep küçük yalnızlık darbelerinden oluşmuştur.

Bir Dönemin AnatomisiTimothy Archer kitabı John Lennon’un vurulma haberi ile başlar. Vietnam savaşının mirası, Watergate ve polis devletinin gölgesi, Martin Luther King’in hatırası, Hendrix’in tiz gitarı ve Joplin’in derin sesi…

Bir kuşak mücadele etmiş ve yenilmiştir. Geriye kalan aydınlık ve hazin hatıralardan oluşmuş koca bir anı-imge galerisidir. Sol özgürleşememiş-özgürleştirememiştir, sulu gözlü hippiler başaramamıştır, Beat ise bazı pazarlamacıların elinde bir sektöre dönmüştür. Ronald Reagen gibi bir figür başkanlık koltuğunda ve ABD 3 kıtada sıcak savaştadır.

Dick sivil itaatsizlik yanlısı, iflah olmaz bir muhaliftir; ama pratik mücadelelerle dünyayı değiştirmekten çok artık ruhunu arındırmaya yönelmiştir. Uçta olsa bir kapanan bir dönemin portresidir Dick ve yeni doğmakta olan bir zamanın yıldızı. Yeni kuşak cyberpunk’lar Dick’i tartışmasız bir referans olarak aldılar. İçlerinde yeni bir tinsellik arayışında gözlerini Doğuya çevirmiş Hakim Bey, Robert Anton Wilson gibi isimler de vardır.

T.Acher’ı son 30 yılda yükselen yeniçağ inançları ile birlikte ele alan yaklaşımlar olacaktır. Ama bu yaklaşım bir çilekeş aziz olarak P.K.Dick imgesini kapsamaktan çok uzak olacaktır.

Son Söz Yerine
Sonsuzluk içinde hiçbir şey tam olarak yok olmaz, gidenlerden bir parça hep yanı başımızdadır. Onlar varlığımızı güçlendiren birer mahçup tebessüm, en umutsuz anda çakan küçük birer parıltı gibidirler. Rasyonel akıl batılı yendiğini iddia edeli çok uzun zaman oluyor. Ama hala öte dünya ile haberleştiğini söyleyen insanlar var, hala sahiplerini istemeyen evler, bizi çok seven ya da nefret eden hayvanlar var. Koca ayağın izleri kim bilir hangi buzul kütlesinin ötesinde ve aynalar kendi kendine kırılabiliyor hala…

Rafet Arslan
(Haziran-Agustos 2010)/Kadıköy-KSK

ps: Bu makale Karagöz dergisinin 13. sayısında yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder