(Çevirenler: Uğur Güney & Öznur Karakaş
Davetsiz Misafir Dergisi’nin İlkbahar 2005 tarihli 9. sayısında yayımlanmıştır.
Murat K.Güney'e selamlarla...)
Aklı başında hiç kimse suç unsurunun psikolojik gerçekliğini dedektif hikayelerinde aramaz. Böyle bir gerçekliği arayan biri, daha ziyade Suç ve Ceza’ya yönelir. Dostoyevski, Agatha Cristie’yle kıyaslandığında daha yüksek bir başvuru mercii oluşturur; yine de hiç kimse İngiliz yazarın hikayelerini bu bağlamda yargılayamaya kalkmaz. Onlar, oldukları gibi, eğlendirici polisiye romanları olarak değerlendirilme hakkına sahiptirler. Dostoyevski’nin kendini yükümlü kıldığı vazifeler onlara yabancıdır.
Eğer biri BK’nın geleceği ve uygarlığı sorgulayıcı rolünden tatmin olmuyorsa, yazınsal aşırı indirgemecilikten gerçek bir sanat eleştirisine paralel bir geçiş yapmanın yolu yoktur; çünkü bu tür içerisinde bir başvuru mercii yoktur. Aslında bunun bir zararı da yoktur. İstisnai durumunu istismar edip sanat ve düşüncenin zirvesini işgal etme iddiasında bulunan Amerikan BK’sı dışında…
İnsan, iptidailik suçlamalarını savuşturmak için eğlendirici karakterini mazeret gösteren; ancak bu tarz suçlamalar ortadan kalkar kalkmaz hemen mağrur iddialarını yinelemeye koyulan bir türün gösterişçiliğine kızmadan edemiyor. BK, aslından farklı bir şey olduğunu bildirerek okuyucuların ve kamunun sözsüz onayıyla süre giden bir gizemciliği teşvik eder. Amerikan Üniversitelerinde BK’ya karşı artan ilgi, beklenenin aksine, bu durumda bir değişikliğe yol açmadı. –‘laesae Almae Matris’- suçu işleme tehlikesine rağmen, dürüstçe, yazın teorisyenlerinin eleştirel yöntemlerinin, BK’nın aldatıcı taktikleriyle yüzleşmekte yetersiz olduğu belirtilmelidir.
Ama bu paradoksun sebebini kavramak zor değil: eğer suç problemlerini ele alan biricik kurgusal eserler Agatha Cristie’ninkiler gibi olsaydı, o zaman en değerli akademisyen bile dedektif romanlarının entelektüel fakirliklerini ve sanatsal vasatlıklarını kanıtlamak için hangi tür kitaplara başvurabilirdi?
Edebiyatta niteliksel ölçütler ve üst sınırlar somut eserlerce belirlenir, eleştirmenlerin varsayımlarıyla değil. Hiçbir teorik çaba yığını, yüce bir model olan seçkin kurgusal eserlerin boşluğunu telafi edemez.
Tarih yazımı uzmanlarının eleştirileri, Sienkiewicz’in Üçleme’sinin değerini düşürmedi, ne de olsa Cossack ve İsveç savaşları devrinde kendini Savaş ve Barış’a adayan bir Polonyalı Leo Tolstoy yoktu. Kısaca, -‘inter caecos luscus rex…’- en iyi derecenin olmadığı yerde, onun rolünü kendine kolay hedefler seçip bunları kolayca elde eden vasatlık üstlenir.
Hem yazar hem de saygı değer bir eleştirmen olan Damon Knight geçmişe nazaran büyük ölçüde değişiklik gösteren bakış açısını ve görüşlerini SFS sayı 3’te (Bilimkurgu Araştırmaları Dergisi –ç.n.) ortaya koyar. Bu dergide, böylesi modellerin yokluğunun nelere mal olabileceği diğer bütün soyut tartışmalardan daha açık bir şekilde dile getirilmiştir. Knight, burada Van Vogt’un kitaplarına tutarsızlıkları ve akıl dışılıklarından dolayı saldırmış olmasının bir hata olduğunu bildirdi. Van Vogt, muazzam okur kitlesinden memnunsa, -tam da bu gerçeğe dayanarak- bir yazar olarak doğru iz üzerinde olmalıydı. Eleştirmenlerin, bu yapıtları keyfi değer yargılarına dayanarak kötülemeleri yanlıştı. Okur kitlesi böylesi değer yargılarını tanımak istemediği sürece…
Eleştirinin görevi, daha çok eserin popülaritesini neye borçlu olduğunun izini sürmekti. Yıllarca BK’daki bayağılığın kökünü kazımak için mücadele eden bir adamın ağzından çıkan bu sözler, içinde kişisel bir yenilginin itirafından çok daha fazlasını barındırıyor. Bunlar genel bir durumun teşhisi. Yılarca sanatsal değerleri müdafaa etmiş biri bile pes ediyorsa, daha zayıf ruhların bu konuda bir şeyler elde etmeleri beklenebilir mi?
Yine de edebiyatı “görünen dünyadaki en yüce gerçeklik hali” olarak gören Joseph Conrad'ın soylu tanımının bir anakronizm olma ihtimali inkar edilemez. Böylece BK’da da edebiyat artık modadan ve talepten bağımsız olarak değerlendirilmemeye başlanacak ve best-seller olarak bir anlık alkış toplayan ne varsa en değerli olarak görülmeye başlanacaktır. Bu oldukça karamsar bir ihtimal… Her devrin kültürü, geçici hevesleri ve fantezileri uysalca besleyen ve bunları aşan –belki de bunları yargılayan- şeylerin bir bileşimidir.
Gündelik zevklere riayet eden ne varsa, en fazla bir anlık bir başarı elde eden eğlenceler halini alır. Çünkü bugün tanınmayan ancak yüz yıl sonra meşhur olacak bir illüzyon gösterisi ya da futbol maçı yoktur.
Edebiyat ise başka bir konudur. O, bir toplumda oluşan ve ‘aynı zamanda’ eğlenceli olan eserleri karanlığa sürmek yerine ‘sadece’ eğlenceli olanları unutulmaya mahkum eden, değerlerin doğal seçilimi sürecinin yaratımıdır.
Peki neden? Bunun hakkında söylenecek çok şey var. Dünyayı ve toplumu anlık tatminlerden daha fazlasıyla tanımlamayı arzu eden bir birey olarak insan kavramı ortadan kalkarsa, edebiyat ve eğlence arasındaki fark da aynı şekilde ortadan kalkacaktır. Ancak henüz bir sihirbazın maharetini dünyayla ilişkisinin kişisel bir ifadesi olarak tanımlamıyorsak, edebi değerleri de satılan kitap sayısına göre değerlendiremeyiz.
Peki nasıl oluyor da, daha az popüler olanlar, ani başarılar elde edenlere ve hatta rakiplerinin sesini kesmeyi becerenlere karşı uzun vadede direnebiliyor? Bunun nedeni daha önce sözü geçen, çarpıcı derecede biyolojik seçilime benzeyen kültürel seçilimdir.
Evrimsel sahnede bazı türlerin diğerlerine yol vermesiyle oluşan üstünlük farkları, büyük felaketlerin nadir sonuçlarıdır. Bir türün döllerinin diğer bir türünkini milyonda birlik bir hata payıyla alt ettiğini varsayalım. Böylece ilk tür hayatta kalacaktır. İkisinin arasındaki değişimler kısa vadede hissedilemese de... Bu kültürde de böyledir: Çağdaşlarının gözlerinde kitaplar yıllar sonra dostluğunu bozan arkadaşlar gibidir. Kısa ömürlü olan bir anlık cazibe, en sonunda yerini algılanması zor olana bırakır. Böylece edebi eserlerin iniş çıkışlarında bir çeşit düzenlemeye ulaşılır, bu da çağın manevi kültürünün gelişimini yönlendirir. Yine de bu doğal seçilim sürecini engelleyen bazı koşullar da oluşabilir. Biyolojik evrimde sonuç gerileme, yozlaşma ya da en azından gelişimsel durgunluk olacaktır. Tıpkı, yalnızca dünyadaki bütün etkilere açık kalarak elde edilebilen verimli çeşitlilikten mahrum kaldıklarından ensest ilişkilerle bozulan dış dünyadan yalıtılmış toplumlarda olduğu gibi...
Kültürde de benzer bir durum, birbirinin aynı yaratım şablonlarının ve tekniklerinin durmadan yinelendiği ‘ensest’ hali yüzünden entelektüel üretimin aynı şekilde durgunlaştığı gettolara kapatılmış yerleşim yerlerinin ortaya çıkmasına yol açar. Bu gettonun iç dinamikleri göze oldukça yoğun görünebilir ancak yıllar geçtikçe bunun yalnızca ‘hareket gibi’ olduğu açıklaşır. Çünkü hiçbir yere varmaz, çünkü ne kültür alanlarınca beslenir ne de onları besler, çünkü yeni modeller ve akımlar yaratamaz, ve nihayet çünkü çalışmalarıyla ilgili dışarıdan gelen dürüst değerlendirmelerden yoksun olduğundan, kendisine ilişkin en hatalı fikirleri besler...
Bu gettonun kitapları, kendilerini bir diğerine asimile ederek birbirlerinden farksız bir yığın halini alırlar. Çünkü böylesi ortamlar, üretilen ne varsa onu aşağılara, daha kötüye doğru iter. Böylece farklı kalitedeki eserler, kendilerine dayatılan eş düzeye getirme işlemiyle ortada karşılaşırlar.
Bu koşullar altında basım adedindeki başarı tek değerlendirme kıstası olur, olmalıdır da. Hiçbir kıstas olmaması imkansız olduğuna göre... Liyakate dayanan bir değerlendirme olmadığından, bu yerini ticari temellere dayanan değerlendirmelere bırakacaktır.
Sürü yaratımının vatanı olan Amerika’da tam da böyle bir durum hüküm sürmektedir. Bu sürü karakterini anlamak için, farklı yazarların kitaplarının tek bir oyunun farklı perdelerine ya da içinde hiçbir değişiklik barındırmayan bir dansın farklı figürlerine benzediğini gözlemlemek yeterlidir. Evrimde olduğu gibi edebi kültürde de geri besleme döngüleriyle sonuçların nedenlere dönüştüğünün altı çizilmelidir: sanatsal-entelektüel pasiflik ve eserlerin vasatlığına karşın, zoraki yazarlar ve okurlar tarafından bunların çok parlak fikirler ürettiğinin çığırtkanlığı yapılır, böylece BK’daki üslup yoksunluğu bu getto inzivasının hem nedenine hem de sonucuna dönüşür.
BK’da günümüzün sorunlarıyla gizemciliğe, aşırı indirgemeciliğe ya da bir anlık eğlenceye kaçmadan ilgilenmeyi arzu eden yaratıcı eserlere çok az yer kalmıştır. Örneğin, aklın evrende hüküm sürebileceğini, Dünyada oluşturulmuş kavramların dış sınırlarının bilişim araçları olarak ele alınabileceğini ya da dünya dışı yaşam formlarıyla temasların BK araçlarının ‘biz kazandık’ ‘onlar kazandı’ şıklarıyla sınırlandırılmış, maalesef ilkel repertuarlarında bulunamayacak sonuçlarını ele alabilecek eserler...
Bu araçlarla yukarıda bahsi geçen sorunların ciddi şekilde ele alınması, insanoğluna has kötülüğün dedektif hikayelerinde ele alınmasına benzer. Her kim karşılaştırmalı budunbilimin, kültürel antropolojinin ve sosyolojinin ağır toplarını bu tarz araçlara karşı kullanmaya kalksa, serçe vurmak için gülle kullanmakla eleştirilir. Çünkü BK yalnızca bir eğlence aracıdır. Bir kere sessiz kalınmaya görsün, BK’nın kültür şekillendirici, sezici, ön görücü ve efsane oluşturucu rolünü savunanların sesleri yeniden yükselmeye başlar.
BK daha çok şapkadan tavşan çıkaran bir sihirbaz gibi hareket eder. Sahip olduklarını araştırmakla tehdit edildiğinde böyle bir şeyi öne sürecek kadar çılgın olduğumuzu düşünüyormuş gibi davranan, tam da halk arasında hakiki mucize yaratıcısı olarak geçindiğini duyduğumuz anda şımarıkça yalnızca el çabukluğu yaptığını açıklayan bir sihirbaz...
Böyle bir ortamda gizemciliğe kaçmadan eser yaratmak mümkün müdür?
Philip K. Dick’in öyküleri bu soruya bir cevap sunuyor.
Bu öyküler, kendilerini kökenlerini oluşturan arka plandan ayırmayı başarırlar ancak bunu nasıl yaptıklarını ortaya çıkarmak pek öyle kolay bir iş değildir. Çünkü Dick de diğer Amerikan yazarlarıyla aynı malzemeleri ve sahne dekorlarını kullanır.
Uzun zamandır ortak mülkleri olarak kullandıkları ambardan bütün yıpranmış unsurları; bir sürü telepatı, kozmik savaşı, paralel dünyayı ve zaman yolculuğunu alır. Hikayelerinde korkunç felaketler olur; ancak bu bile kurala istisna teşkil etmez; çünkü dünyanın sonuna ilişkin bir dizi sofistike yolun listesini uzattıkça uzatmak BK’nın standart meşgaleleri arasındadır. Ancak; diğer BK yazarları felaketin kaynağını sosyal (dünyevi ya da kozmik savaş) ya da doğal (doğanın temel güçleri) olarak açıkça adlandırıp sınırladıkları halde; Dick’in öykülerinin geçtiği dünya, hikayenin sonuna kadar çözülemeyen korkunç mantıksal değişimlerden mustariptir.
İnsanlar, ne bir süpernova patlaması ya da savaştan ne sel, açlık, salgın, kıtlık ya da kısırlıktan ne de kapılarının eşiğine iniveren Marslıların saldırısından yok olurlar. Daha ziyade kaynağı belli olmayan, yalnızca tezahürleri görünen esrarengiz bir unsur iş başındadır ve tüm dünya metastazlarla hayatın bir alanından diğerine saldıran kötü huylu bir kanserin ağına düşmüş gibi hareket eder.
Hemen belirtmek gerekir ki bu, tarihsel teşhislerin cezası olarak değerlendirildiğinde oldukça yerindedir. Çünkü işin aslı, insanlık, başına gelen sıkıntıların nedenlerini ayrıntılarıyla, kesin olarak teşhis etmeyi genelde başaramaz. Bunu anlamak için bugünlerde uzmanlarca ne kadar çeşitli ve kısmen birbiriyle işbirliği içinde olan -ve kısmen de birbirini dışlayan- unsurun uygarlık sorunlarının kaynağı olarak gösterildiğine bakmak yeterlidir. Ayrıca bu, aynı zamanda sanatsal bir ön varsayım olarak da uygundur. Çünkü günümüzde okuru tüm hikaye edilen olaylar hakkında tanrısal bir her şeyi bilme kudreti ile donatan bir edebiyat, ne sanat teorisinin ne de bilgi teorisinin savunmayı beceremeyeceği bir anakronizmdir.
Dick’in kitaplarında dünyanın çöküşüne neden olan güçler fantastiktir ancak bunlar okuyucuları şaşırtmak için yeri geldiğinde öylece uyduruluvermiş değillerdir. Bunu Ubik’te, bu sıradan BK maskesine bürünmüş, fantastik grotesk, belirsiz alegorik alt metinler içeren ‘karanlık grotesk’ eserde görebiliriz.
Ubik bir BK eseri olarak ele alındığında, basitçe şu şekilde özetlenebilir:
Kapitalist toplumun egemenliği altında bulunan telepati, diğer bütün teknolojik yenilikler gibi ticarileşmiştir. Böylece işadamları rakiplerinin ticari sırlarını çalmak için telepatlar tutar, buna karşılık rakip firmalar da kendilerini bu ‘duyular ötesi sanayi casusluğu’ karşısında korumak için, düşünce okumayı sağlayan ‘psi alanını’ yok eden psişiklere, ‘durduruculara’ başvururlar.
Saat başı çalışan telepatlarla durdurucuları kiralayan, bu konu üzerinde uzmanlaşmış şirketler türemiştir. ‘Güçlü adam’ Glen Runciter ise böyle bir şirketin sahibidir. Tıp sanatı ölümcül hastalıklara yakalanmış kurbanların acılarını durdurmayı öğrenmesine öğrenmiştir; ancak bunları tedavi etmenin hala bir yolu yoktur. Böyle kişiler yine de ‘moratoryum’ adı verilen özel kuruluşlarda (bir çeşit ölümü erteleme yeri) ‘yarı yaşar’ halde tutulur. Bu hastaların buzdan tabutlarında öylece bilinçsizce dinlenmeleri, yaşayan akrabaları için az da olsa bir rahatlama sağlayacaktır ne de olsa. Bu ‘buzdan-tabutlarındaki’ insanların zihinsel yaşantısını sağlamak amacıyla bir teknik geliştirilir. İçinde yaşadıkları dünya gerçek değil, yalnızca uygun yollarla yaratılan bir kurgudur. Yine de normal insanlar soğuk-uyku aracının içine yerleştirilen, telefona benzer araçlar sayesinde donmuş olanlarla ilişki kurabilirler.
Aslında bu fikir bilimsel gerçekler açısından tamamen saçma sayılmaz: hastalıkları tedavi edilemeyenleri çare bulunana kadar dondurarak bekletme fikri ciddi olarak tartışılmaya başlanmıştır bile.
Prensipte beden öldüğünde kişinin beynindeki hayati fonksiyonları sürdürmek de mümkün olabilir. (Böylesi bir durumda beyin duyusal yoksunluk sonucu psikolojik bozulmaya maruz kalacaktır şüphesiz...)
Beynin elektrotlar bağlanarak uyarılmasının, böylesi bir operasyona maruz kalan kişide sıradan algılardan farksız deneyimler yaratacağını biliyoruz. Dick’te bu tekniklerin mükemmel şekilde geliştirilmiş hallerini görüyoruz. Her ne kadar o bunları hikayesinde ayrıntılarıyla anlatmasa da...
Burada sayısız ikilemle karşı karşıya kalıyoruz: ‘Yarı yaşam’ halinde bulunan kişi, durumundan haberdar edilmeli mi? Ona, normal bir hayat sürdürdüğü yanılsamasını yaşatmaya hakkımız var mı?
Ubik’e göre, Runciter’in karısı gibi yıllarını soğuk uykuda geçiren kişiler gerçeğin pekala farkındalar. Joe Chip gibi az daha acı bir sonla hayata gözlerini yumacakken kurtulduğunu sanan, ancak aslında bir moratoryumda dinlenmekte olanlar için ise durum tamamen farklıdır.
Kitapta bunun, diğer bir ikilem tarafından maskelenen belirsiz bir durum oluşturduğu da kabul edilmelidir: eğer donmuş kişilerin deneyimlerinden oluşan dünya tamamen öznelse, o zaman bu dünyaya dışarıdan herhangi bir müdahale onun için, şeylerin doğal akışını altüst eden bir fenomen olmalıdır.
Yani, Runciter’in Chip’le yaptığı gibi, birinin donmuş kişiyle iletişim kurması halinde, bu temasa Chip’in deneyimlerinde esrarengiz ve ürkütücü fenomenler eşlik etmelidir. Sarsıcı gerçeklik rüyanın tam ortasına, rüyanın bölünmesine ve kişinin uyanmasına neden olmadan (ne de olsa normal biri gibi uyanamaz; çünkü normal biri değildir) neredeyse ‘yalnızca tek taraflı olarak’ düşüvermiş gibidir. Bir adım daha ileri gidecek olursak, iki donmuş kişinin temas kurması mümkün değil midir? Bunlardan biri hayatta olduğunu sanıp alışmış olduğu dünyadan diğeriyle iletişim kurarken, yalnızca diğeri başına gelen talihsiz kazanın farkında olup bu duruma boyun eğiyor olamaz mı? Bu da pekala olası.
Son olarak, hiçbir zaman yanılmayan bir teknolojinin hayalini kurmak mümkün mü? Bu imkansız. Bazı karışıklıklar donmuş kişinin öznel dünyasını etkileyebileceğinden, ona tüm dünya çıldırıyormuş, hatta belki de zaman parçalara ayrılıyormuş gibi gelebilir. Bütün bunları yorumlamaya çalışırken, hikayenin bütün ana kahramanlarının aya düzenlenen bir saldırı sonrası öldürüldüğünü öğreniyoruz. Sonuçta hepsi moratoryuma yerleştiriliyorlar ve kitapta onların yalnızca görüntüleri ve yanılsamaları anlatılıyor. Gerçekçi bir romanda (ancak bu bir –‘contradictio in adiecto’-) bu yoruma kahramanın vefatından sonra onun ‘ölüm-sonrası’nı betimleyen bir anlatım tekabül eder. Gerçekçi roman böylesi bir hayatı betimleyemez; çünkü gerçekçiliğin ilkeleri böylesi tasvirlere uygun değildir. Ölünün ‘yarı-yaşamını’ mümkün kılan bir teknolojiye sahip olduğumuzu varsaydığımızda bile, yazarın karakterlerine bağlı kalmasını ve onları anlatımıyla, bundan böyle onlara açık olan tek hayat olan, donmuş rüyalarının derinliklerine doğru takip etmesini hiçbir şey engelleyemez.
Yani hikayeyi yukarıdaki gibi bir mantığa uydurmak mümkündür. Yine de, iki ‘mantıki’ sebepten ötürü bunun üzerinde ciddi bir şekilde durmayacağım. İlk ‘mantıki sebep’: olay örgüsünü, yukarıda çizilen sınırlar içerisinde tamamen tutarlı kılmak mümkün değildir. Runciter’in bütün adamları Ay’da öldülerse, ‘kim’ onları moratoryuma taşıdı?
Hiçbir şekilde mantığa sığmayan diğer bir şey de, yalnızca zihinsel güçle, nedensel düğümleri değiştirerek yaşanmış, bitmiş bir geçmişle şimdiyi değiştiren kızın yeteneği... Bu, Aydaki olaydan önce gerçekleşiyor. Yani, tasvir edilen dünyayı herhangi bir ‘yarı-yaşam’ süren karakterin öznel yaratımı olarak kabul etmek için hiçbir gerekçe yokken...
Benzer kaygılara ‘sprey kutusundaki Mutlak’ örneğinde olduğu gibi, Ubik’in kendisi yol veriyor. Buna biraz sonra değineceğiz.
Bu kurgusal dünyayı titizlikle ele almaya çalışsak, bundan hiçbir sonuç çıkaramayız; çünkü bu dünya çelişkilerle doludur. Ancak bu çelişkileri, eserin genel olarak anlatmaya çalıştıklarını ele almak üzere şimdilik bir kenara bırakırsak, aslında bu kitabın her ne kadar birbirlerinden farklı gibi görünseler de anlam açısından Dick’in diğer kitaplarına benzediğini fark ederiz. Aslında bütün bu kitaplarda bir ve tek dünya kendini gösterir. Bir parça salıverilmiş entropinin tükettiği çürümüşlüğün dünyası... Ancak bu dünya, aynen bizim gerçekliğimizde olduğu gibi, şeylerin uyum içindeki akışına saldırmanın dışında, zamanın akışını da tüketiyor.
Dick böylece, gerçek dünyanın muazzam ve aynı zamanda da akıl almaz belli başlı varoluşsal özelliklerini genişleterek dönüştürüyor ve bunlara heyecan verici bir ivme ve enerji kazandırıyor.
Bütün teknolojik yenilikler, mükemmel buluşlar ve yeni yeni kontrol altına alınmaya başlanan insani yetenekler (yazarımızın olağanüstü zengin bir ifadeyle belirttiği ‘özelliklerden’ telepati gibi) Kaos’un azimle yükselen dalgalarına karşı mücadelede nihai olarak hiçbir yere varmıyor.
Dick’in yetki alanı, kendini romanın açılış bölümlerinde göstermeyen, ‘önceden kurulmuş ahenksizliğin dünyası’dır. Bütün bunlar, yalnızca bu yıkıcı unsurun işgali daha da etkili olsun diye hiç aceleye getirilmeden, alelade bir şekilde sunulur.
Dick oldukça üretken bir yazardır. Ancak burada elbette ki eserlerinin ‘ana serisini’ oluşturan kitaplardan bahsediyorum. Bu kitaplardan her biri, (bunların arasında The Three Stigmata of Palmer Eldritch, Ubik, Now Wait for Last Year ve belki de Galactic Pot-Healer’i sayabilirim) aynı dramatik ilkenin farklı şekillerde ete kemiğe bürünmüş hali: evrenin düzeninin gözlerimizin önünde yıkılarak dönüşmesi... Cinnete kapılmış, olayların kronolojisinin bile sarsılmaya maruz kaldığı bir dünyada, olağanlığını koruyan yalnızca insanlar... Bu yüzden Dick, onları korkunç bir sınava tâbi tutuyor. Bu fantastik deneyde fantastik olmayan tek şey karakterlerin psikolojisi... Varolan cinnet hali karşısında Joe Chip gibileri, her yandan üzerlerine gelen, gerçekte nereden kaynaklandığı bir türlü bilinemeyen kaosla, sonuna kadar sabırla ve metanetle mücadele eder. Bu durumda okur da kendi tahminleriyle baş başa kalır.
Dick’in dünyaları, özellikle derin ayrışmalara ve çoğalmalara maruz kalan gerçeklikleri sayesinde tuhaftır. Çözülüm aracı bazen kimyasal maddeler bazen The Three Stigmata of Palmer Eldritch’deki gibi bir halisinojen bazen Ubik’teki gibi ‘soğuk uyku tekniği’; bazen de Now Wait for Last Year’daki gibi uyuşturucuların ve ‘paralel dünyaların’ bir karışımıdır. Nihai etki ise her zaman aynıdır: gözlerimizin önünde cereyan eden gerçeklikte imkansız gibi görünen görüleri birbirinden ayırmanın imkansızlaşması... Bu durumun teknik olarak nasıl gerçekleştiğinin bir önemi yoktur. Gerçeklerin parçalara ayrılmasının, kimyasal maddeler kullanılarak aklın manipülasyonunu sağlayan yeni bir teknolojiyle mi, Ubik’te olduğu gibi cerrahi operasyonlarla mı gerçekleştirildiğinin de. Burada önemli olan husus, algılanan gerçekliği birbirinden ayırt edilemeyen ‘benzerlere’ bölen araçlarla donanmış bir dünyanın, uygulamada yalnızca felsefenin kuramsal spekülasyonlarının konusu olan açmazlar doğuracağıdır. Sözgelimi bu öyle bir dünyadır ki, bu felsefe sokaklara dökülerek her sıradan ölümlü için, bizim için biyosferin yok olması kadar ölümcül bir sorun halini alır. Sağduyunun taleplerini karşılasın diye, romanda mantıksal bir denge izlenimi uyandırmak için gerçeklere dayanan çok titiz bir muhakeme yapmanın gereği yoktur. Belli bir noktada romanın ‘bilimkurgusal niteliğini’ savunmayı bırakmaya zorlanmakla kalmıyoruz aynı zamanda henüz bahsedilmemiş ‘ikinci bir sebep’ten dolayı bunu bırakmamız da gerekiyor. İlki zorunluluk tarafından dayatılan bir sebep: bölümleri odak noktasından yoksun olduğundan eser tutarlı hale getirilemez. İkinci sebepse daha önemli: metni tutarlı hale getirmek mümkün olmadığından, eserin evrensel anlamlarını olayların kendisinde değil de onları oluşturan ilkede, odak yoksunluğuna neden olan o şeyde, aramak zorunda kalıyoruz. Böylesi anlamlı bir ilke tespit edilemiyorsa, Dick’in romanlarına ‘gizemci’ demek zorunda kalıyoruz; çünkü her eser kendini ya edebi olarak sunduğu şeyle ya da metinde doğrudan dile getirilmeyen daha derin anlambilimsel bağlamıyla kanıtlamak zorundadır. Dick’in eserleri de ‘non sequiter’lerle doludur. Yeterince dikkatli her okur zorlanmadan mantığa ve deneyime uymayan benzer olayların listesini yapabilir. Ancak başka şekillerde zaten dile getirilmiş olanı bir kez daha yinelersek: edebiyatta tutarsızlık nedir? Bu bazı değerlerin (olayların güvenilirliği ya da mantığa uygunluğu gibi) diğer değerler uğruna yetersizce ele alınmasının ya da inkar edilmesinin belirtisidir.
Burada oldukça hassas bir noktaya geldik. Ne de olsa bahsettiğimiz bu değerler nesnel olarak kıyaslanamazlar. Yaratıcı bir eserde imgelem uğrana düzenden fedakarlık edilip edilemeyeceği sorusunun evrensel geçerliliğe sahip bir cevabı yoktur. Her şey eserin ne tür bir düzen ve ne tür bir imgelem içerdiğine bağlıdır. Dick’in romanları çok farklı şekillerde yorumlanmışlardır. Sam Lundwall gibi Dick’in ‘gizemcilik tohumları’ ektiğini iddia eden eleştirmenler vardır. Ancak bu dini bir gizemcilik değil daha ziyade bir okült fenomendir. Aslında zaman zaman Ubik’te bu tarz sonuçlara yol verebiliyor. Örneğin, Ella Runciter’in ruhunu bedeninden çıkaran kişi bir ‘medyum’ gibi davranmıyor mu? Joe Chip’le mücadele ederken farklı farklı bedenlere bürünerek metamorfoz geçirmiyor mu? Böylesi bir yaklaşım da olası.
Diğer bir eleştirmen (George Turner), romanın kalem ve kağıtla oluşturulabilecek birbiriyle çelişen absürdlükler yığını olduğunu ileri sürerek Ubik’in değersiz olduğunu savunuyor. Ancak ben yine de eleştirmenin, kitabın savcısı değil de avukatı olması gerektiğini düşünüyorum. Tabii kimse yalan söylememeli, yalnızca eseri, onu en güzel gösterecek şekilde sunmalı... Anlamsız çelişkilerle dolu bir kitap, vampirler ve diğer korkunç hortlaklarla ilgili anlatılan şeyler kadar değersiz olduğundan –çünkü her ikisi de ortaya ciddi olarak üzerinde durulmaya değer sorunlar atmazlar- ben yine de Ubik’i diğerlerine tercih ediyorum. Felaket konusu BK’da o kadar çok işlendi ki, Dick’in kitapları bunun boş bir gizemcilik olduğunu kanıtlayana kadar bu konu neredeyse tüketilmişti. BK’da dünyanın sonu, ya denetlenmeyen savaşlarla insanın ta kendisi tarafından ya da eşit derecede hiç var olmama ihtimalleri de bulunan, tesadüf eseri oluşan geçici felaketler tarafından getirilir.
Ancak Dick, hareket ilerledikçe temposu da şiddetlenen ‘imha’ hilesine ve halisinojenler gibi uygarlık araçlarına başvurarak teknolojik çırpınmalarla insan deneyimini öylesine birleştiriyor ki, hangisinin korkunç mucizelere yol açtığı belirsizleşiyor: bir ‘Deus ex machina’ ya da bir ‘machina ex Deo’... tarihsel kaza ya da tarihsel gereklilik...
Bu açıdan Dick’in konumunu belirlemek oldukça güçtür; çünkü bu soruya farklı romanlarında birbirleriyle bağdaşmayan yanıtlar vermiştir. Bu durumda aşkın olana başvurmak okurun konjönktüründe bir zamanlar yalnızca bir olasılık olarak bulunsa da artık neredeyse kesin bir teşhistir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Ubik’te olayları okültizm ya da spiritüalizmle açıklamaya yanaşmayan konjönktürel bir sonuç, ölmek üzere olan insanlara tıbbın son şans olarak sunduğu ‘yarı-yaşam’ teknolojisi ile destek buluyor. Ancak The Three Stigmata of Palmer Eldritch’de aşkın kötülük nâmı diğer kahramandan yayılır. Bu ‘doğaüstü ziyaretler’ ve ‘hayaletleri’ ele alan adi yazar numaralarına oldukça benzeyen düşük kalite metafiziktir. Her şeyin fiyaskoya dönmesini engelleyen tek şeyse yazarın öykü anlatmadaki becerisidir. Galactic Pot-Healer’da, gezegenin birindeki göçmüş bir katedralle ilgili efsanevi bir kıssayla ve bu katedralin üzerinde yükselen Işık ve Karanlık arasındaki mücadeleyle karşı karşıya kalırız. Böylece en son gerçeği andıran olay kırıntısı da burada son bulur.
Dick, bence o kadar hain ki, onu okurken aklımıza gelen sorulara açık seçik yanıtlar vermiyor. Ne mizan yapıyor ne ‘bilimsel olarak’ bir şeyler açıklıyor. Bunun yerine yalnızca şeyleri birbirine katıyor. Üstelik yalnızca olay örgüsünde değil daha üst bir kategoride. Her şeye rağmen Galactic Pot-Healer alegoriye kaçıyor. Açıkça ve kesin olarak yukarıdaki durumu benimsemiyor. Buna benzer bir tür belirsizlik, Dick’in diğer romanlarında da -belki de çok daha fazla- görülür.
Burada, edebi bir eserin türünün belirlenmesinin yalnızca edebiyat kuramcılarına özgü soyut bir sorun olmadığı, daha ziyade okuma sürecinin ayrılmaz bir önkoşulu olduğu vurgulanmalıdır. Kuramcı ve sıradan okur arasındaki fark, okurun içselleştirdiği deneyimlerin etkisiyle okuduğu kitabı aynen anadiline ait morfolojiyi veya sentaksı bilmeden otomatik olarak kapar gibi kendiliğinden bir türe koymasıdır. Somut bir türe ait uygun konvansiyon zamanla sabitleşir ve her vasıflı okur ona aşina olmaya başlar. Sonuçta, herkes gerçekçi bir romanda yazarın kahramanı kapalı kapılardan geçemezken, okuruna kahramanın uyanmadan önce unuttuğu bir rüyayı anlatabileceğini (her ne kadar mantıken biri de en az diğeri kadar olanaksız olsa da) ‘bilir.’ Dedektif hikayelerinin geleneği, suçu işleyenin bulunmasını gerektirirken, BK’nın geleneği mümkün görünmeyen, hatta ve hatta mantığın ve deneyimlerin uçlarında gezinen olaylara ‘akla uygun’ muhasebesinin yapılmasını gerektirir. Diğer yandan, edebi türlerin evrimi, temel olarak sabitleşmiş öykü anlatma geleneklerinin ihlal edilmesiyle gerçekleşir. Bu açıdan Dick’in romanları bir ölçüde BK geleneğini ihlal eder. Bu onun bir meziyeti olarak görülebilir; çünkü romanları bu sayede alegorik önem taşıyan genişletilmiş anlamlar kazanırlar. Ancak bu önemin boyutları tam olarak tespit edilemez. Bu şekilde oluşan bir belirsizlik, eser hakkında muammalı bir hava oluşmasını sağlar. Aslında bu durum, içinde bazılarının dayanılmaz bulacağı modern yazarlık stratejilerini barındırır. Ancak bunlara gerçeklere dayanan savlarla saldırılamaz; çünkü bu günlerde edebiyatta tamamen saf türler istemek anakronizm olmaya başlıyor. Dick’in tür olarak ‘saf olmayışını’ ona karşı kullanmak isteyen eleştirmenler fosilleşmiş gelenekçilerdir. Buna eşdeğer bir yaklaşımsa nesir yazanların Zola ve Balzac gibi yazmayı sürdürmesini savunanlardan gelir.
Yukarıda sözü edilen gözlemlere bakıldığında, Dick’in BK’da sahip olduğu yerin özgünlüğü ve eşsizliği daha iyi anlaşılır. Onun romanları standart BK kitaplarına alışkın birçok okurun kafasını karıştırmayı sürdürürken, Dick, ‘kesin açıklamalar’ sunmak ve bulmacaları çözmek yerine şeyleri hasır altı ettiğine dair naif olduğu kadar dehşet verici şikayetlere maruz kalıyor. Benzer itirazlar Kafka hakkında yapılsaydı bu, Dönüşüm’ün ‘böcekbilimsel bir meşrulaştırma’yla bitirilmesini, bir insanın ne zaman ve hangi şartlar altında böceğe dönüşeceğinin belirlenmesini ve Dava’da Bay K.’nın neyle suçlandığının açıklanmasını istemek gibi olurdu.
Philip Dick eleştirmenlerine kolay bir hayat sunmaz. Çünkü fantazmagorik dünyalarında rehberlik görevini üstlenmez. O daha çok labirentte kaybolmuş biri izlenimi verir. Yalnızca eleştirel yardıma ihtiyaç duyar; ancak bunu alamadığından, tamamen kendi kaynaklarına itilerek, bir ‘gizemci’ etiketiyle yazmaya devam eder. Gerçek eleştirilerin ışığında eserlerinin değişiklik gösterip göstermeyeceğini, gösterirse bunun ne yönde olacağını söylemek imkansız. Belki de böylesi bir değişiklik, o kadar da iyi olmazdı.
Dick’in eserlerinin türlerinin belirsizliğinden sonra ikinci bir özelliği de zeki oldukları kadar naif, bilgiden ziyade yetenek sahibi ilkel zanaatkârlar tarafından köy fuarlarında sunulan eşyalara benzeyen, aynı zamanda kendilerine göre bir cazibeye de sahip bayağılıklarıdır. Dick, sıradan Amerikan BK profesyonellerinin elinden bir dizi yapı malzemesi molozunu alıyor, çoktan eskimiş kavramlara gerçek bir özgünlük pırıltısı katıyor ve hepsinden önemlisi bu tamamen kendine ait yapıların üzerinde yükseliyor. Alışık olduğumuz standartların alt üst olmuş hali, kasılan zamanın akışı ve tiksinircesine kıvranan neden sonuç ağıyla çılgına dönmüş bir dünya, çığırından çıkmış fizik, şüphesiz onun icadıdır. Böylesi bir dünyada bu psikozun kurbanı çevremiz değil yalnızca biziz. Genelde BK kahramanları, yalnızca iki çeşit felaketten mustariptir: ‘polis-devlet tiranlığının cehennemi’ gibi sosyal felaketler ya da doğanın sebep olduğu afetler gibi fiziksel felaketler... Ya diğer insanlar (yıldızlardan gelen istilacılarda nihayet korkunç dış görünüşleri olan insanlardır) ya da doğanın kör güçleri, insanlığın başına kötülüğü sarar. Böylesine açık seçik şekilde dile getirilen bu teşhisin temelleri Dick sayesinde yerle bir olur. Bunu Ubik’e şu soruları sorarak anlayabiliriz: Runciter’in halkının başına gelen tuhaf ve korkunç şeylerden kim sorumluydu? Ay’a düzenlenen bomba saldırısı bir rakibin işiydi; ancak elbette ki, o zamanın çökmesine sebep olacak kudrete sahip değildi. Tıbbi ‘soğuk paketleme’ teknolojisine ilişkin açıklama, daha önce de belirttiğimiz gibi, her şeyi akla uydurmaya yetmez. Olay örgüsünü ayıran bölümlerdeki boşluklar ortadan kaldırılamaz. Böylece kişi, Dick’in dünyalarının kaderini belirleyen daha üst bir düzenin varlığından şüphelenmeye başlar. Bu kaderin dünyada mı onun ötesinde mi bulunduğunu söylemekse imkansızdır.
Teknik gelişmelerin yararına olan sarsılmaz inancımızın ne kadar yok olduğunu düşündüğümüzde, Dick’in tasavvur ettiği kültürle doğa, araçlarla bu araçların kötücül bir tümörün saldırgan karakterini edinmesini sağlayan temelleri arasındaki kaynaşmanın, artık yalnızca bir hayal ürünü olmadığını görürüz. Bu elbette Dick’in somut bir gelecek öngördüğü anlamına gelmez. Hikayelerindeki; düzenin yerini kaosa bıraktığı yaradılışın alt üst olmuş halini andıran parçalanmış dünyalar, bir gelecek öngörüsü değildir. Bunlar daha ziyade doğrudan dile getirilmeyen ancak kurgusal gerçeklikte kendini bulan gelecek şokunun, günümüz insanına özgü korkuların ve cazibelerin nesnel yansımalarıdır. Uygarlığın çöküşünü, tarihin geçmiş bir evresine, hatta ve hatta mağara adamları zamanına ya da doğrudan hayvan safhasına gerileme olarak görmek adet olmuştur. Böyle bir kaçamak BK’da sıklıkla uygulanagelmiştir; çünkü hayalgücü yetersizliği, aşırı indirgenmiş bir kötümserliğe sığınır. En uzak geçmiş bize, feodal, kabileler kuran ya da köleci topluma doğru yavaş yavaş ilerleyen bir safha olarak gösterildiği gibi; atom savaşının ya da yıldızlardan gelen istilacılar tarafından dünyamızın işgal edilmesinin de insanlığı gerilere, hatta ve hatta tarih öncesi yaşam biçimlerine doğru savuracağı zannedilir. Bu tarz eserlerin, döngüsel tarih felsefelerinin (örneğin Spenglerian) kavramlarını savunduğunu iddia etmek; bir fonograf kaydıyla durmaksızın tekrar edilen bir ezginin bir çeşit ‘döngüsel müzik’ kavramını temsil ettiğini savunmakla aynı kapıya çıkar; oysa bu aslında körelmiş bir iğneden ya da aşınmış yivlerden kaynaklanan mekanik bir arızadır. Bu yüzden bu tarz eserler döngüsel bir tarih felsefesine tapınmaktan ziyade, sosyolojik imgelem yetersizliğini açığa vururlar. Onlar için atom savaşı ya da yıldızlar arası istila, en uzak geçmişi yansıtma bahanesiyle kabile hayatını hikaye edinen bitmez tükenmez efsaneler anlatmak için uygun bir vesiledir. Bu kitapların yakında uygarlığımızı yerle bir edecek felaketin kaçınılmaz olduğu inancının ‘atomik amentüsünü’ yaydıklarını söylemek de mümkün değildir; çünkü bu felaket, daha önemli yaratıcı yükümlülükleri atlatmak için bahaneden başka bir şey değildir.
Bu tarz çarelere başvurmak Dick’e göre değildir. Ona göre uygarlığın gelişimi adeta kendi kendini yok ederek, başarısının doruklarında canavarlaşarak devam ediyor. Bu da bir kehanet olarak, teknik uygarlık yıkılırsa insanların ilkel araçlara, hatta sopalara ve çakmak taşlarına geri dönmek zorunda kalacağını iddia eden aydınlatıcı olmaktan uzak tezlerden çok daha özgündür. Uygarlığın gelişiminin hızından duyulan korku, günümüzde bilim ve teknoloji gibi her şeyi yıkıp attıktan sonra yükselmeye başlayan ‘doğaya dön!’ sloganlarında kendini gösteriyor. Bu gibi boş hayallere BK’da da rastlanıyor. Neyse ki Dick böyle bir şeye kalkışmıyor. Romanları doğaya dönme ya da ‘yapay’ olandan kurtulma tartışmalarının bile yapılamayacağı bir zamanda geçiyor. ‘Doğal’ olanla ‘yapay’ olanın kaynaşması çoktan tamamlanmış bir gerçek çünkü.
Bu noktada fütüristik odaklı BK’da görülen bir ikileme değinmekte fayda var. Okurların genel görüşüne göre, BK kurgusal olarak geleceği, Balzac gibi bir yazarın zamanını the Human Comedy’de resmettiği kadar zekice ve ayrıntılı olarak resmedebilmeli. Bunu öne süren her kimse, tarihin ötesinde ya da gerisinde, bütün çağlar ve kültürel oluşumlarda ortak bir dünyanın varolmadığı gerçeğini hesaba katmamış olmalı. Bize The Human Comedy’nin dünyasının tamamen açık ve anlaşılabilir gelmesinin sebebi aslında bunun her şeyiyle nesnel bir gerçeklik olmasından ziyade, somut olarak tanımlanmış, yaşanmış, anlaşılmış bir dünyanın -19. yüzyılın bağ bozumunda geçen, dolayısıyla da günümüze oldukça yakın- özel bir yorumu olmasıdır. Balzac’ın dünyasının bize yakın gelmesinin nedeni, bu tarz bir gerçekliğe alışkın olmamızdan başka bir şey değildir. Bu yüzden de Balzac’ın karakterlerinin dili, kültürü, alışkanlıkları, maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılama yöntemleri ve doğaya ve kendilerinden ‘aşkın’ olana karşı bakış açıları, bize oldukça açık görünür. Ancak, tarihsel değişimlerin akışı, kavramlara ne kadar mühim ve sabit olurlarsa olsunlar yeni içerikler yükler. Örneğin ‘ilerleme’ kavramı 19. yüzyıl bakış açısına göre, insanlık için zararlı ve yararlı olan şeyler arasında aşılmaz bir sınır olduğuna inanan, sağlam bir iyimserliğe denk düşerken, günümüzde böylesi bir kavramın geçerliliğini yitirdiğinden şüphe etmeye başlıyoruz. Çünkü ilerlemedeki zararlı sekmeler, ne kazara meydana gelir ne kolay kolay yok edilebilir ne de rastlantısaldır. Bunlar daha ziyade elde edilen başarıların bedelleridir ve bir yerden sonra kazançlar ve ödenen bedeller birbirini sıfırlar. Kısacası, yalnızca ‘ilerlemeye’ doğru yola çıkıldığında, sonunda mahvoluşa varılabilir. Yani, geleceğin dünyasını hayal etmek demek, var olan tabloya yalnızca birkaç teknik yenilik eklemek demek değildir, anlamlı bir tahmin yürütmenin geleceğe ilişkin çarpıcı gelişmeler ve vahiyler ortaya atarak şimdiki zamanı süslemek anlamına gelmediği gibi...
Okurların, uzak bir tarihsel zamanda geçen bir eseri okurken karşılaşabileceği güçlükler, yazarın keyfiliğinin, ‘yabancılaşmaya’ merakının ya da okuyucusunu şaşırtıp yolundan çıkarma isteğinin sonuçları değil, böylesi bir sanatsal sorumluluk üstlenmenin kaçınılmaz parçalarıdır. Durumlar ve kavramlar, yalnızca önceden bilinenlerle ilişkilendirilerek anlaşılabilir. Ancak farklı çağlarda yaşayan insanları çok büyük bir zaman aralığı birbirinden ayırdığında, çok da düşünmeden, otomatik olarak bizimkilerden benzersiz olduklarını hayal ettiğimiz gündelik hayat deneyimlerini anlamlandırmada başvuracağımız temellerde boşluklar oluşur.
Bunun sonucunda da uzak gelecek imgesini gerçekten başarıyla tasvir eden bir yazarın edebi başarı elde edemediği ve şüphesiz ki, anlaşılamadığı görülür. Sonuç olarak, Dick’in hikayelerinde yalnızca aşağı yukarı şu şekilde genelleştirildiğinde bir doğruluk payı bulunabilir: insanlar bizzat kendileri inşa ettikleri teknosferin labirentlerinde karıncalar haline gelmişlerse, ‘doğa’ya dönme fikri ütopik olmakla kalmaz, anlamsız bir hal alır. Çünkü yapay olarak dönüştürülmemiş ‘doğa’ diye bir şey zaten yıllardır ortalarda yoktur. Şu an hala ‘doğaya dönmekten’ bahsedebilmemizin tek sebebi, doğanın, uygarlık içerisinde biyolojik olarak biraz olsun değişebilmiş yıkıntıları olmamız. ‘Doğaya dön!’ sloganının bir robot tarafından dile getirildiğini düşünün bir de. Bu demir cevheri madenine dönmek anlamına gelirdi. Tarihin geri döndürülmeyeceği kadar doğru olan uygarlığın doğaya dönmesinin imkansız olduğu gerçeği, Dick’in karamsar bir sonuca varmasını sağlıyor: uzak geleceğe baktığımızda, madde üzerinde iktidar kurma hayalleri gerçekleşirken, ilerleme idealinin de korkunç bir karikatüre dönüştüğü görülür. Yazarın varsayımlarından illa da böyle bir sonuç çıkmıyor fakat bu ‘yine de’ göz önünde bulundurulması gereken bir ihtimal.
Yeri gelmişken belirtmekte fayda var; iş bu noktaya varmışken artık Dick’in eserini özetlemiyor, daha ziyade esere ilişkin muhtemel yorumlara yön veriyoruz. Çünkü görünüşe göre yazar kendi görüsüne o kadar kapılmış ki, ne eserin edebi inandırıcılığı ne de edebi olmayan mesajı onu ilgilendiriyor. Daha da talihsizi, Dick’e karşı eserinin entelektüel sonuçlarını ve olası devamına karşı beslenen umutları dile getiren eleştiriler yöneltilmemiştir. Bu sonuçlar ve umutlar yalnızca yazar için değil bütün tür için oldukça yararlı olurdu, ancak Dick büyüleyici ‘vaatler’ kadar tamamlanmış ‘başarılar’ ortaya koyamamıştır. Aksine kendi alanından gelen eleştiriler, içgüdüsel olarak, Dick’in anlattığı şeyin türün geri kalanına ‘benzediğini’ vurgulayıp, ‘farkı’ hakkında hiçbir şey söylemeyerek (tabii tam da bu fark yüzünden eseri tamamen değersiz saymazlarsa); yaratımı evcilleştirmeye, anlamları daraltmaya çalışmıştır. Bu davranışın arkasında, edebi eserlerin doğal seçiliminden patolojik bir sapma açıkça görülüyor. Bu seçilimin amele işi vasatlığı, umut vaat eden özgünlükten ayırması gerekir, birbirinin üzerine yığması değil. Böylesine ‘demokratik’ bir muamele maden cürufunu iyi metale denk tutmaktır. Ancak her şeye rağmen Dick’in kitaplarının cazibesinin katışıksız olmadığını kabul edelim. Bu, fena halde hayal kırıklığına uğramamak için yakından incelenmemesi gereken bazı aktrislerin güzelliğine benzer.
Bu romanlarda, (kiracının apartman ve buzdolabı kapılarıyla tartışması gibi) bazı ayrıntıların gelecekbilimsel olasılığını tartışmanın anlamı yoktur. Çünkü bunlar aynı anda iki işi birden yapsınlar diye uydurulan kurgusal bileşenlerdir: okuru günümüzünkinden oldukça farklı bir dünyayla tanıştırmak ve bu dünya aracılığıyla ona bazı mesajlar iletmek. Bu anlamda her edebi eserin iki bileşeni vardır. Her biri somut temellere dayanan bir dünya kurduğuna, bunun aracılığıyla da bir şeyler söylediğine göre... Ancak farklı türlerde ve farklı eserlerde bu iki bileşenin ağırlığı değişiklik gösterir. Gerçekçi bir kurgusal eserde ilk öğeden fazlasıyla, ikincisindense oldukça az bulunur. Çünkü böylesi bir eser gerçek dünyayı yansıtır, gerçek dünya da kitabın dışında, hiçbir mesaj iletmeden öylece var olup gelişir. Yine de, yazar bir edebi eser oluştururken elbette ki, belirli seçimler yapar. Bu seçimler de kitaba okura yönelik bir bildiri niteliği kazandırır. Alegorik bir eserde ilk bileşenden çok az olmasına karşın ikincisinden fazlasıyla bulunur. Çünkü bu eserin dünyası, esas olarak içeriği -mesaj- okura anlatan bir araçtır. Alegorik eserin taraf tuttuğu genellikle açıktır, gerçekçi eserin taraf tuttuğuysa az çok başarıyla gizlenmiştir. Biri “taraf tutmayan eser yoktur” dediğinde asıl kastettiği, bir dünya görüşünün somut amentüsüne ‘çevrilemeyen’, taraf tuttuğu özellikle vurgulanmayan eserlerdir. Örneğin destanın amacı, edebiyat dışındaki gerçekliğin farklı şekillerde yorumlanabilmesi gibi, farklı şekillerde yorumlanabilen bir dünya kurmaktır.
Eleştirinin (örneğin yapısal eleştiri) keskin araçları, destana karşı kullanılacak olursa, bu tarz eserlerde bile gizliden gizliye nasıl bir taraf tutulduğunu ortaya çıkarmak mümkündür. Çünkü nihayetinde yazar da bir insandır ve tam da bu özelliğinden dolayı varoluşsal süreçte davalı konumundadır. Yani, o da tam olarak tarafsız olamaz. Ne yazık ki, yalnızca gerçekçi düz yazı doğrudan gerçek dünyaya uyarlanabilir. Bu yüzden BK’nın en başından beri mahkum olduğu felaketin nedeni, aynı anda hem hayal ürünü eserler yaratmaya hem de hiçbir şey söylememeye niyetlenmesidir. Örneğin nesnel kendi kendine yeterlilikleri açısından mobilyadan yıldızlara etrafımızda gördüklerimizin bir eşi olup da mesaj niteliği taşımamaları... Bu BK’nın köklerine kazınmış ölümcül bir hatadır. Kasıtlı olarak taraf tutmaya izin olmayan yerde istemsiz taraf tutma boy gösterir. Taraf tutma derken partizan bir eğilimi ya da ilahi olarak nesnel olamayan bir bakış açısını kastediyoruz.
Ancak bir destan bu derece nesnel olabilir; çünkü sunumunun (bakış açısı) ‘nasılı’ bizim için ayrılmaz bir şekilde ‘ne’ olduğunun arkasına gizlenmiştir. Destan da olaylar taraf tutularak anlatılır; ancak biz de aynı önyargıya sahip olduğumuz ve bunun içinden çıkamadığımız için bunun farkına varamayız. Destandaki bu taraflılığı, ancak yüzyıllar sonra, zamanın akışı ‘kesin nesnelliğin’ standartlarını değiştirdiğinde ve biz ‘gerçekçi bilginin’ geçmişte nasıl anlaşıldığına bakarak günümüzde ne olduğunu algıladığımızda keşfederiz. Tek bir kişi için gerçeklik ve nesnellik diye bir şeyden söz edilemeyeceğine göre, bütün bu kavramlar indirgenemez tarihsel görelilik katsayıları içerirler. Şu anda BK destanla bir tutulamaz; çünkü BK eserinin ortaya koyduğu şey bir zamana (genellikle de geleceğe) aitken, hikayesini nasıl anlattığı başka bir zamana, şimdiye, aittir.
Hayalgücü, ‘nasılı’ inandırıcı şekilde betimleyebilse de, buraya ve şimdiye özgü olayları algılama şeklimizi tamamen ortadan kaldıramaz. Bu açıklama, içinde yalnızca sanatsal bir gelenekten fazlasını barındırır: Bu da bir çağa özgü, görünen dünyayı sınıflandırma, yorumlama ve mantığa uydurma şeklidir.
Bu yüzden bir destanın sorunlu içeriği, çok derinlere gizlenebilir ancak BK’nınki anlaşılır olmalıdır. Aksi takdirde hikaye ölümcül şekilde aşağılara kayarak peri masallarından, macera romanlarından, mitlerden, dedektif hikayelerinin iskeletlerinden ya da eklektik olduğu kadar değersiz olan bazı melezlerden ayrılamaz hale gelir. Bu ikilemden çıkmanın bir yolu ‘gerçeğe dayananla’ ‘mesajı oluşturanı’ (yani ‘görünenle’ ‘bakış açısını’) birbirinden ayıran öğesel çözümlemelerin uygulanamadığı eserlerde görülebilir. Böylesi bir eserin okuru, kendisine gösterilen şeyin bir taş ya da sandalye gibi varolması gerektiğini ya da kendisinin ötesinde bir şeylere işaret etmesi gerektiğini bilmez. Böylesi bir eserdeki bu kararsızlığı yazarının açıklamaları da azaltamaz; çünkü yazar da bu konuda tıpkı rüyalarının gerçek anlamlarını açıklamaya çalışan bir adam gibi pekala yanılabilir. Bu yüzden ben Dick’in açıklamalarının, eserlerinin çözümlemesinde bir şey ifade etmediğini düşünüyorum.
Bu noktada Dick’in BK kavramlarının kökenlerini açıklamak üzere bir paragraf açmak istiyorum. Ancak bunun için Ubik’ten bir örnek yeterli olacaktır: kitabın başlığını oluşturan isim. Bu ‘her yerde’ anlamına gelen Latince ‘ubique’den gelir. Kelime, iki heterojen kavramın karışımı: felsefeyi sistemleştirmeye kadar giden sonsuz ve değişmez olan Mutlak kavramı ve ‘aygıt’ kavramı... Çamaşır yıkamaktan daimi dalga elde etmeye kadar yaptığı her şeyde parolası, insanların işini kolaylaştırmak olan tüketim toplumunun taşıma bandı teknolojisinin bir ürünü olan günlük işlerde kullanılmaya elverişli küçük, kullanışlı bir araç...
Bu ‘konservelenmiş Mutlak’, iki farklı çağın düşünce tarzlarının çarpışması ve tedahülü olduğu kadar soyutlamanın somut bir nesne kılığında ete kemiğe bürünmesidir de.
Yukarıda bahsedildiği şekilde ampirik olarak inandırıcı ya da varolma ihtimali bulunan nesneler yaratmak neredeyse imkansızdır. Aynı şekilde Ubik ele alındığında bu durum –örneğin ‘gelecekbilimsel’ değil de metaforik bir şiirsel araçtır. Her bölümün başında epigraf görevi gören ‘reklamlarla’ vurgulanan Ubik, hikayede önemli bir rol oynar. O bir sembol müdür? Öyleyse neyin sembolü? Bu soruyu yanıtlamak hiç kolay değil. Teknolojinin görüş alanının ötesinde bir çeşit sihirle ortaya çıkmış, nasıl ki bir deodorant endüstriyel atıkların kötü kokularını ört pas ederse öyle Kaos’un ya da Entropinin yıkıcı sonuçlarından insanlığı koruyacağı sanılan bir Mutlak, yalnızca günümüzde sıkça başvurulan bir taktiğin (örneğin bir teknolojinin yan etkileriyle diğer bir teknoloji vasıtasıyla savaşmak) kanıtı değil, sorunsuz düzene sahip bir krallılığın kayıp idealine duyulan bir özlem ve aynı zamanda da bir ironidir o. Ne de olsa bu ‘yenilik’ hiç bir zaman ciddiye alınamaz.
Ubik bütün bunların ötesinde, romanın ‘içsel mikromodeli’ rolünü de oynar. Çünkü geçici başarıların ardında engellenemez bir yenilginin insanlığı beklediği kaosa karşı savaşım gibi kitaba özgü bütün sorunları içinde barındırıyor.
Joe Chip’in hayatını kurtaran, sprey kutusuna konservelenmiş Mutlak: nedir bu, Kutsalı ‘bayağının’ içine tıkıp alçaltan bir uygarlığın duvar yazısı ya da tekerlemesi mi? Bütün bu çağrışımlar takip edildiğinde; Ubik’i Moira’ya karşı boşuna mücadele eden antik kahramanların yerini büyük bir iş yöneticisinin emrindeki telepatların aldığı bir Yunan trajedisi kopyası olarak görmek mümkündür.
Ubik’in aklında böyle bir şey olmasa da, her şekilde bu yöne doğru ilerliyor.
Philip Dick’in yazıları, en azından doğdukları yerdeki kaderlerinden daha iyisini hak ediyorlar. Hepsinin kaliteleri birbirine denk olmasa da, tam olarak anlaşılamasalar da; yine de entelektüel değer ve özgün yapılardan yoksun BK’yı oluşturan ucuz malzemelerin içine güçlükle sokulabilirler. Hayranları Dick’in kitaplarındaki ‘en kötüden’ etkileniyorlar: Amerikan BK’sının tipik gösterişinden, yıldızlara ulaşmaktan, bir sürprizden diğerine koşan maceranın pervasız akışından... Ancak onu, bulmacaları çözmek yerine okuru grotesk olduğu kadar tuhaf olan bir gizem havasına bürünmüş halde savaşın sonunda bırakıvermekle eleştiriyorlar. Yine de halüsinojen ve reankarnasyon tekniklerini birbirine karıştırması ona gettonun duvarlarının ötesinde hayranlar kazandıramadı; çünkü orada BK’nın envanterinden aldığı dayanakların kalitesizliği, okurları kendinden uzaklaştırır. Bu yazılar bazen giriştikleri şeyi başarmaktan aciz kalsalar da ben büyülerine kapılmadan edemiyorum. Genelde, yalnız bir hayalgücünü, oraya buraya saçılmış fırsatların bolluğuyla baş etmeye çalışırken –ki böylesine çabalarken bir anlık yenilgiler bile zafer sayılabilir- gördüğümde olduğu gibi...
Stanislaw Lem
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder